Luther’in Deliliği

  • Bu konu 2 izleyen ve 1 yanıt içeriyor.
2 yazı görüntüleniyor - 1 ile 2 arası (toplam 2)
  • Yazar
    Yazılar
  • #27582
    Anonim
    Pasif

    Quote:
    TANRI’NIN KUTSALLIĞI (RC SPROUL)

    LUTHER’İN DELİLİĞİ

    ‘Tanrı, Tanrı olsun!’
    MARTİN LUTHER

    Düşüncelerimizi Tanrı’nın kutsallığına yöneltirsek, karşılaşacağımız sonuç rahatsız edici olabilir. Martin Luther, Tanrı’nın kişiliği hakkında derin bilgiye sahip olmaktan dolayı başı belaya girenlerden biriydi. Luther’in sıradışı kişiliği, Tanrı’yı araştırması ile kısmen biçimlenmişti. Kişiliği düzelmiş miydi yoksa bozulmuş muydu? Ruhu, Tanrı’yla karşılaştığı için aklanmış mıydı, yoksa iyice delirmiş miydi?

    ‘Tanrı’yı sevmek mi? Bazen O’ndan nefret ediyorum.’” Luther gibi, inancındaki gayretinden ötürü saygı duyulan birisinin ağzından çıkabilecek garip bir ifade. Ancak Luther’in ağzından çıktı. Luther, insafsız ifadeleriyle dikkat çekiyordu. Bazen Mesih’i, elinde kılıcıyla bana gelen, öfkeli bir yargıçtan farklı birisi olarak görmüyorum. Musa’yla birlikte darağacına.

    Bu adam delirmiş miydi? Bu soruyu yanıtlamadan önce, Luther’in yaşamında ve davranışlarında, Luther’i yargılamaya ya da delirmeye iten bazı yönlere bakalım. Luther’in karakterinde göze çarpan ilk şey, öfkesinin şiddetli çıkışları ve sert dilidir. Eleştirdiği kişileri “köpekler” olarak adlandırmayı seviyordu. Eleştirdiği kişilerin tepkisini duyduğu zaman, “Köpekler havlamaya başlıyor” derdi. Dili zaman zaman dünyasallığa kaçıyor, ağza alınmayacak kelimelerle süsleniyordu.

    Erasmus’un eleştirisine karşı Luther’in verdiği yanıta bir bakalım: ‘İleri sürdüğün tezlere yanıt vermek benim için tamamen bir zaman kaybı. Ben onları zaten tekrar tekrar çürüttüm ve Philip Melancthon da ilahiyat öğretişleri üzerine yazdığı kitabında senin tezlerini ayaklar altında ezerek un ufak etti. Bence, Philip’in bu kitabının ömrü, okunma süresiyle sınırlı kalmayıp Kilise yazılarına da dahil edilmeyi hak ediyor. Oysa senin kitabını bu kitapla kıyasladığımda, kitabın o kadar fakir ve değersiz kalıyor ki, akıcı ve sevecen dilini, bahsettiğin pis şeylerle kirletmenden ötürü senin için üzüntü duyuyorum. Böyle düşük nitelikli bir yazıyı süslü bir anlatımla, uzlaşma diliyle ifade etmek bana çok çirkin geliyor. Aynı, altın veya gümüş tabaklarda gübre veya pislik taşımaya benziyor. [Martin Luther, İradenin Tutsaklığı, Revell 1970 ]

    [IMG]45screenhunter01oct2801.jpg
    free image hosting

    Luther’in gürültülü davranışı, Marburg’daki önemli bir toplantıda ortaya çıktı. Yeni Protestan hareketinin önderleri, Rabbin Sofrası hakkındaki yanlışlıkları düzeltmek için bir araya gelmişlerdi. Karşılıklı konuşmaların ortasında Luther, yumruğunu masaya vurarak, üst üste “Hoc est corpus meum, hoc est corpus meum.” (“Bu benim bedenimdir”) diyordu. Luther’in tuhaflıkları, Amerika’da meşhur olan Nikita Khrushchev’in aksiliklerine benziyordu.

    Luther, zaman zaman şüphesiz aşırıya kaçıyordu. Saçmalamaya başlıyordu. İnsanları aşağılaması, onlara köpek demesi çoğu zaman sert idi. Fakat bu sorunlar, her ne kadar Luther’in ahlakı hakkında soru işareti oluştursa da, Luther’in akli dengesini belirlemede yeterli olmayan konulardı. Ancak, Luther’in konuşma tarzından daha ötede sorunlar mevcuttu. Davranışları bazen tamamen tuhaflaşıyordu. Bir çeşit korkuya kapılmıştı. İyi bilinen bir hikayeye göre, Luther sert bir fırtınanın içinde yürürken, aniden bir yıldırım Luther’in yakınında bir yere düşer ve Luther’i yere fırlatır. Büyük kilise tarihçisi olan ve Luther’in hayatını kaleme alan Roland Bainton hikayeyi şöyle anlatıyor:

    ‘1505 yılının Temmuz ayına ait bunaltıcı bir günde, yalnız bir gezgin, Stoternheim’in Saxon köyünün çevresindeki kavurucu yolda yorgun argın yürüyordu. Kısa boylu fakat güçlü bir gençti ve üniversite öğrencisine ait bir elbise giyinmişti. Köye doğru yaklaşırken gökyüzü bulutlanmaya başladı. Ani bir yağmur ve ardından şiddetli bir fırtına başladı. Bir yıldırım, karanlığı yarıp genç adamı yere çaldı. Genç adam, doğrulmaya çalışarak, dehşet içerisinde “Aziz Anne, bana yardım et! Bir keşiş olacağım.” diye feryat etti.

    Bu şekilde azizliğe çağrılan bu adam, ilerde azizler inanışını reddedecekti. Keşiş olacağına dair ant içen bu adam, daha sonra manastırdan ayrılacaktı. Katolik Kilisesi’nin sadık bir çocuğu olan bu adam, daha sonra ortaçağ katolik yapısını paramparça edecekti. Papanın sadık hizmetkarı olan bu adam, daha sonra papaları Mesih-karşıtı olarak ilan edecekti. Bu genç adam Martin Luther’di. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978) ].

    Bu olaydan kısa bir süre sonra, Luther sözünü yerine getirdi. Hukuk üzerine okumayı bırakıp babası Hans’ı üzerek manastıra girdi. Yüce yargı ve cezanın belirtisi olan şiddetli ölüm korkusu, Luther’i avlamıştı. Luther yaşamı boyunca, mide hastalıklarından ve bir o kadar da canı en çok yakan böbrek taşı rahatsızlığından acı çekmişti. Birçok kez, öleceğini yazmıştı. Birçok kez, mezardan sadece birkaç gün veya birkaç hafta uzakta olduğunu düşünmüştü. Düşen yıldırım, hafızasında unutamayacağı bir yara bırakmıştı.

    Herkes, yıldırım çarpmasıyla gelen ölümün kendisine bu kadar yakın olması durumunda aynı tepkiyi vermez. Birkaç yıl önce, profesyonel üç golfçü, Chicago’nun yakınlarında düzenlenen Western Open turnuvasında yıldırım çarpmasıyla yere düşmüşlerdi. Bu üç golfçülerden birisi olan Lee Trevino, meslek hayatını engelleyecek bir şekilde sırtından ciddi bir yara aldı. Katıldığı bir televizyon programında, sunucu bu olay hakkında Trevino’ya şunu sordu, “Bu olaydan neler öğrendiniz?” Tipik bir “Merry Mex” tarzında Trevino bu soruyu yanıtladı, “Eğer Her Şeye Gücü Yeten de oynamak istiyorsa, yoluna çıkmamam gerektiğini öğrendim” ve ekledi, “Fırtına boyunca başımın üzerinde 1-demirini tutmam gerekiyormuş.” Programın sunucusu bu üstü kapalı ifade karşısında şaşırdı. “Neden?” diye sordu. Trevino’nun gözleri parladı ve espirili bir şekilde, “Çünkü Tanrı bile 1-demirine vuramaz.”

    Trevino bu olaydan listesine birkaç espri eklemiş oldu. Luther ise, yaşadığı olaydan, bir keşiş ve teolog kişiliği kazanmış oldu. Luther’in sürekli meydana gelen mide sorunları, ruhsal bir soruna da bağlıydı. Luther’in sinirsel korkuları, sanki bütünüyle doğrudan midesine vuruyor, sindirim sistemini mahvediyordu. Midesindeki gaz sorunu, meşhur oldu ve Luther bu sorununu abartmaya başladı. Yazılarında, sürekli olarak yaptığı geğirme ve yellenmelerden bahseder. “Eğer Wittenburg’da bırakırsam, sesini Leipzig’de bile duyarlar” diyordu.

    Neyse ki Luther, gaz sorununu kutsal bir şekilde kullanma yolunu bulabildi. Öğrencilerine gaz çıkarmanın, şeytanın saldırılarını püskürten en etkili silah olduğunu tavsiye ediyordu. Başka bir yerde de, mürekkep okkasını fırlatarak Şeytana karşı direnmekten bahsediyordu. Luther, Şeytan ile arasındaki savaşta, kendisini kuşatma altındaki bir adam olarak görüyordu. Kendisinin, cehennemin prensesinin şahsi bir hedefi olduğundan emindi. Bu Şeytan hikayeleri, psikologların da bunları ele almasıyla gittikçe büyür. Psikologlar bu öyküleri, zihinsel dengesizliğin belirtileri olarak görürler. Luther’in bir yandan halüsilasyonlardan, diğer yandan da Karanlığın Prensinin onu ilk hedefi olarak seçtiği hayalinden acı çektiği düşünülür. Ancak kilise tarihinin zirve noktasından bu yana baktığımızda, on altıncı yüz yılda şeytani güçlerin en çok Martin Luther’e odaklandığını düşünmek pek şaşırtıcı değildir.

    Luther’in hayatındaki, psikiyatrların kaşlarının kalkmasına neden olan bir diğer olay, Luther’in kutladığı ilk ayiniydi. Luther, kendisini filizlenen bir teolog olarak görüyordu ve fazlasıyla utangaç olduğunu kimse bilmiyordu. Gelecekte, çarpıcı bir şekilde kürsülerde konuşacağını, usta bir nutukçu olacağını, o dönemin insanları bilmiyordu. Luther’in rahipliğe atandıktan sonra rahip olarak sahneye çıktığı ilk tören, bu tören idi. Yaşlı Hans Luther ise, kazançlı bir iş alanına sahip hukuk eğitimini bırakıp manastır yaşamını tercih eden oğluyla neredeyse barışacaktı. Biraz gurur duyuyordu, “Benim oğlum rahip.” Düzenlenen bu tören, Luther’in ailesi için gurur verici bir şeydi ve Luther’in akrabaları Luther’in törenini izlemek için halka karışmışlardı.

    Törene gelenlerin hiçbiri olup bitenleri önceden tahmin edemezdi. Luther, törene büyük bir ağırbaşlılıkla, rahiplere yakışır bir güven ve özdenetim yayarak başladı. Adak Duası’nı etme zamanı geldiğinde – törenin bu kısmında Luther, Ekmek ve Şarap mucizesini (ekmek ve şarabın Mesih’in gerçek bedeni ve kanına dönüşmesini) gerçekleştirmesi için Tanrı’dan gücünü göndermesini dileme yetkisini ilk defa kullanacaktı ki, Luther tereddüt etmeye başladı.

    Luther, Rab’bin Sofrası önünde donup kalmıştı. Mıhlanmış gibiydi. Bakışları donuklaştı ve alnında boncuk boncuk ter damlaları belirdi. Genç rahibi harekete geçirmeye çalışan, gergin bir sessizlik toplantıyı doldurdu. Hans Luther’in duyduğu rahatsızlık gittikçe büyüyor ve bir ebeveyne ait utancın başından aşağı aktığını hissediyordu. Oğlunun alt dudağı titremeye başladı. Ayin sözlerini söylemeye çalışıyor fakat ağzından bir kelime dahi çıkmıyordu. Topallayarak, babası ile aile dostlarının oturdukları masaya gitti. Başaramamıştı. Ayini mahvetmiş, kendisini ve babasını rezil etmişti. Hans öfkeden deliye dönmüştü. Manastıra cömertçe bir bağışta bulunmuştu ama oğlunun onurlandırılışına tanıklık etmeye geldiği yerde utandırılmıştı. Martin’e bağırarak rahipliğe uygun olup olmadığını sorgulayıp oğlunu aşağılıyordu. Martin, başından geçen yıldırım olayında hissettiği göksel çağrıya dayanarak bu çağrısını savunuyordu. Hans oğluna şöyle yanıt verdi, “Tanrı aşkına, Rabbin Sofrasında Şeytanı görmedin ya.”

    Rabbin Sofrası’nda ne olmuştu? Luther, Yaşayan, gerçek, sonsuz Tanrı, bunları sana sunuyoruz” sözlerini söylemesi gerektiği zaman felce uğramasını şöyle açıklıyor:

    ‘Bu sözler beni şaşkına çevirdi ve dehşete düşürdü. Kendi kendime, “Dünyasal bir kralın önünde bile tüm insanların titrediğini görürken, hangi ağızla ben böyle bir krala hitap edebilirim? Ben kimim ki, Yüce Krala gözlerimi dikip ellerimi kaldırayım? Melekler Yüce Kralın etrafını sarıyor. Yüce Kralın işaret vermesiyle dünya titrer. Ve ben perişan bir cüce olarak, ‘Bunu istiyorum, şunu istiyorum’ diyebilir miyim? Hem bir toz ve külden ibaretim ve günahla doluyum, hem de yaşayan, sonsuz ve gerçek Tanrı ile konuşuyorum.” diye düşündüm. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978) ]

    Ancak bu olaylar, Luther’in akli dengesini sorgulamak için oldukça küçük olaylardır. Dikkatimizi, Luther’in ve Hıristiyan dünyasının en çarpıcı olaylarından birine yönlendirmeliyiz. Luther’in hayatındaki en büyük denenmesi, en büyük sınavı, 1521 yılında Imperial Diet of Worms’da (Wormların Kraliyet Meclisi) oldu. Devletin ve kilisenin önde gelenlerinin önünde, Yüce Roma İmparatoru Charles’ın huzurunda, bir kömür madencisinin oğlu, karşıt görüşünden ötürü yargılanıyordu.

    luther1.jpg
    Bir teolog profesörünün, Luther’in ileri sürdüğü doksan beş tezi Wittenburg’daki Castle Church’ün kapısına asmasıyla olaylar denetim dışında gelişmeye başladı. Bu doksan beş tez, Luther’in teolojik sorunlar hakkında konuşup tartışmaya davet ettiği konulardı. Luther bu tezleriyle, ulusal veya uluslararası bir alev yaratmak istememişti. Bazıları, muhtemelen öğrenciler, bu tezleri ele geçirip Gutenberg’in olağanüstü yeni buluşu olarak bu tezlereden yararlandılar. İki hafta içinde, Almanya bu tezler hakkında konuşmaya başladı. Bainton bu olanlar hakkında Karl Barth’ın ifadelerine yer veriyor:

    ‘Luther, eski katedralin çan kulesinin dönen merdivenlerini karanlıkta çıkan birisi gibiydi. Karanlıkta çanın ipini tutmuş hareket etmeden bekliyordu. Çalacak çanın sesinin duymaktan korkuyordu.’ [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978)].

    Ardından bir tartışma kasırgası koptu. Tezler Roma’ya, Papa Leo’ya yollandı. Hikayeye göre Leo bunları okuyup şöyle diyor, “Luther sarhoş bir Alman. Ayılınca farklı düşünecektir.” Başlayan kavga, manastır sınıfı ile teologlar arasına taşındı. Luther, Augsburg ve Leipzig’de en ciddi tartışmalarla mücadele ediyordu. Sonunda Luther, papanın bildirdiği yazılı bir buyrukla suçlu bulundu. Exurge Dominie başlıklı bildiri şu sözlerle başlıyordu: ‘Ya Rab Kalk ve bu davaya yargıçlık et. Vahşi bir domuz senin üzüm bağına girdi. Papanın buyruğu yayınlandıktan sonra, Luther’in kitapları Roma’da yakıldı. Luther, olanları öğrenmek için imparatora başvurdu. Sonunda, Meclis Worms’da toplandı ve Luther’e seyahat için Emniyet Belgesi” verildi.

    Worms’ta olanlar, efsaneleri oluşturan şeylerdi. Aslında efsaneler olaylardan doğmuşlardır. Hollywood, efsanelerin büyüsünü sahneye aktarmıştır. Luther’in Worms’taki galibiyeti, yiğit bir kahramanın günahkar bir yönetim yapısına meydan okuması gibidir. Luther’e sorarlar, ‘Yazılarını geriye çekecek misin?’” Kafamızda Luther’in, yetkililerin karşısında korkmadan durup, yumruğunu havada sıkarak: ‘İşte burada duruyorum!’ dediğini canlandırıyoruz. Ardından topuğunun üstünde geriye dönüp insanların alkışları arasında, cesurca koridorda yürüdüğünü düşünüyoruz. Luther de beyaz atına biner ve Protestan Devrimini başlatmak için gün batımına doğru dört nala koşturur. Böyle olmadı tabi ki. Meclisin ilk toplantısı 17 Nisan’da oldu. Hesaplaşmaya başlanmadan önce ortam heyecanlı bir şekilde elektrikliydi. Luther, toplantıya gitmeden önce cesurca konuşmuştu:

    ‘Worms’ta sözlerimi şöyle geri alacağım: “Önceden Papa’ya Mesih’in papazı demiştim. Sözlerimi geri alıyorum. Papa’nın Mesih’in düşmanı ve Şeytanın elçisi olduğunu söylüyorum.’ [Roalnd Bainton, Here I Stand (NAL, 1978)].

    Kalabalık, daha cesur ifadeler bekliyordu. Nefeslerini tutmuş, vahşi domuzun saldırıya geçmesini bekliyorlardı. Kraliyet Meclisi açıldığında, Luther büyük koridorun ortasında duruyordu. Yanında ise, üzerinde Luther’in tartışma yaratan kitaplarının bulunduğu bir masa vardı. Bir yetkili, Luther’e bu kitapların ona ait olup olmadığını sordu. Neredeyse fısıldarcasına bir sesle Luther soruya cevap verdi, ‘Kitapların hepsi benim, yazılmış başka kitaplarım daha var.’” Ardından Luther’e söylediği sözleri geri almaya hazır olup olmadığı konusunda kesin bir soru yöneltildi. Meclis, Luther’in yanıtını bekledi. Ne havaya kalkan bir yumruk, ne de meydan okuyan bir mücadele vardı. Yine Luther, duyulması zor bir ses tonuyla, ‘Yalvarırım, bunu düşünmem için bana zaman verin!’”diye yanıtladı. İlk ayinde olduğu gibi Luther yine bocalamıştı. Güveni onu terketmişti. Vahşi domuz birden yerini ağlayan bir köpek yavrusuna bırakmıştı. İmparator, bu istem karşısında oldukça şaşırmıştı ve bunun bir zaman kazanma taktiği, bir teolojik hile olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Ancak ertesi güne kadar merhametini gösterdi ve düşünmesi için Luther’e yirmi dört saat tanındı. O gece, odasında tek başına olan Luther, en dokunaklı dualarından birini yazdı. Duası, Tanrısı önünde yere kapanmış, düşmanları önünde tek başına durabilmek için çaresizce cesaret arayan, gururu yıkılmış bir adamı yansıtıyordu. Luther, Getsamani bahçesinde gibiydi:

    ‘Her Şeye Gücü Yeten Sonsuz Tanrım! Dünya ne korkunç! Beni yutmak için ağzını nasıl açtığını, benim ise Sana olan inancımın ne kadar küçük olduğunu gör!… Of! Benliğim ne kadar zayıf, Şeytan ne kadar güçlü! Eğer bu dünyadaki herhangi bir şeyin gücüne dayanırsam her şey biter… Ölüm çanları çalar… Yargı gelir… Tanrım! Tanrım! Benim Tanrım! Bu dünyanın bilgeliği karşısında bana yardım et. Bunu yap, yalvarıyorum sana; Kendi büyük gücünle… bunu yaparsın… Bu benim değil Senin işin. Burada işim yok… Dünyanın bu büyük adamlarıyla çarpışacak hiçbir şeyim yok! Günlerimi mutluluk ve esenlik içinde geçirebilirdim. Ancak böyle olmasının sebebi Sensin… Bu da doğru ve kalıcı olandır! Ya Rab, yardım et bana! Sadık olan ve değişmeyen Tanrı! Sırtımı bir insana dayamıyorum. Bu boş bir şeydir! İnsandan olan sendeler, insandan gelen düşmeye mahkumdur. Tanrım! Tanrım! Duymuyor musun? Tanrım! Artık yaşamıyor musun? Hayır, ölmüş olamazsın. Hayır olamazsın fakat saklanmışsındır. Bu iş için beni Sen seçtin. Bunu biliyorum!… Bu yüzden Tanrım, isteğini yerine getir! Dayanağım, kalkanım, kalem olan sevgili oğlun İsa Mesih’in adı uğruna beni bırakma!

    ‘Rab neredesin?… Tanrım neredesin?… Gel! Sana dua ediyorum, hazırım… Acı çeken bir kuzu gibi,… hayatımı senin gerçeğin önüne sermeye hazır olduğumu gör. Acımın sebebi kutsallıktır. Senin kutsallığın!… Gitmene izin vermeyeceğim! Hayır, sonsuza dek seni bırakmayacağım! Dünya kötü ruhlarla dolup taşsa bile, senin ellerinin işi olan bu beden dışarı atılıp ayaklar altında çiğnense, parçalara ayrılsa, …, yanıp kül olsa bile canım Senindir. Evet, bana güven veren sözün elimde. Ruhum sana aittir ve sonsuza dek sende kalacaktır! Amin! Tanrım, yardımını gönder!… Amin! ‘

    Ertesi gün öğleden sonra Luther, salona döndü. Bu sefer sesi titremiyordu. Soruyu konuşarak yanıtlamaya çalıştı. Kendisini sorgulayan kişi son olarak bir yanıt istedi: ‘Sana soruyorum Martin, dürüstçe ve uzatmadan yanıtla. Kitaplarını ve içindeki hataları reddediyor musun? ‘
    luther-movie.jpg
    Luther yanıtladı:
    ‘Kralınız ve efendiniz basit bir cevap istediği için, uzatmadan ve işi zora sokmadan size yanıt vereceğim. Kutsal Yazılar ve açık bir sebep tarafından suçlu bulunmadığım sürece, papaların ve konseylerin yetkisini kabul etmeyeceğim çünkü papalar ve konseyler birbiriyle çelişiyor. Vicdanım, Tanrı Sözü’nün kölesidir. Hiçbir şeyi reddetmiyorum ve reddedemem, çünkü vicdanıma karşı gelmem ne doğru ne de güvenli olur. İşte burada duruyorum, yoksa yapamam. Tanrı yardımcım olsun. Amin.’

    Deli bir adama ait sözler mi? Belki. Bir insanın, Hıristiyan dünyasının kurulu tüm yetkisi karşısında, papanın, imparatorun, konseylerin ve inançların karşısında durmaya nasıl cüret ettiği kafalara takılıyor. Kilisenin en bilginleri ve en yüksek yetkilerini inkar eden, kendi düşüncesinin ve Kutsal Kitap yorumunun gücünü, tüm dünyanın karşısına koyan bir gurur olsa gerek. Bu bir kendini beğenmişlik hastalığı mıdır? Ya da kendini büyük görme rahatsızlığı mıdır? Tüm bunlar imanlı bir dehanın mı, yoksa bir manyağın saçmalıkları mıdır? Tek başına duran bu adam için verilen karar ne olursa olsun, bu adam, Hıristiyan dünyasını ikiye bölmüştü.

    Bu olay, kilise ve Martin Luher’in yaşamı için önemli olduğu kadar, ilerde bilginlerin Luther’in deliliğini yargılama sebepleri için önemli değildi. Daha sıradışı, daha hasta, gerçekten ölümcül şeyler vardı bu adamda. Luther’in deliliğini yargılama sebepleri, Luther’in manastırda keşişlik yaparken sergilediği davranışlarla alakalıydı. Bir keşiş olan Luther kendini sert bir sofuluğa adadı. Mükemmel bir keşiş olmaya çalıştı. Günlerce oruç tutuyordu ve ciddi bir şekilde kendine acı çektirmekten zevk alıyordu. Kendini inkar etme konusunda manastır kurallarının ötesine gitmişti. Sabaha kadar edilen dua zamanları herkesinkinden daha uzundu. Kendisine verilen battaniyeleri almadığı için neredeyse donarak ölecekti. Bedenini o kadar ciddi şekillerde cezalandırıyordu ki, daha sonra, sindirim sistemine keşiş hücresindeyken kalıcı bir zarar verdiğini açıkladı. Luther, bu olayı şöyle anlatıyor:

    ‘İyi bir keşiştim ve kendi düzenimin kurallarını o kadar sıkı yerine getiriyordum ki, keşişliği sayesinde cennete girebilecek kişi varsa o da bendim diyebilirim. Manastırda beni tanıyan kardeşlerim beni doğrulayacaklardır. Eğer daha fazla devam etseydim, dua geceleri, dualar, okumalar ve diğer işlerle kendimi öldürebilirim. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).]

    Luther’in yaptıkları arasında en ilginç olanı her gün yaptığı itiraf alışkanlığı idi. İtiraf, keşişlerin yapması gereken bir şeydi fakat gündelik olarak değil. Gerekli olan şey, kişinin tüm günahlarını itiraf etmiş olmasıydı. Luther, hiçbir gününü günah işlemeden geçirmediği için, affedilmeyi arzulayarak, günah çıkarma odasına hergün gitmesi gerektiğini düşünüyordu. İtiraf, manastır hayatının düzenli yapılan bir parçasıydı. Diğer keşişler düzenli bir şekilde rahiplere gidip “Baba, günah işledim. Dün gece ışıklar söndükten sonra mum ışığında Kutsal Kitap’ımı okudum.” Ya da, ‘Dün öğle yemeğinde Philip kardeşin patates salatasına imrendim.” diyorlardı. (Bir keşiş, bir manastırda nasıl bir sorunla karşılaşabilir ki?) Baba rahip itirafı dinler, rahipsel bir affetme gösterir ve günahına karşılık olarak yerine getirmesi için, keşişe küçük bir ceza verirdi. Bu kadar. Tüm iş sadece birkaç dakika sürüyordu.

    Bu Luther Kardeş için böyle değildi. Gittiği Baba Rahibi çıldırtıyordu. Kısaca günahlarını ezbere söylemek Luther’i tatmin etmiyordu. Hayatında itiraf edilmemiş bir günah kalmamasına dikkat ediyordu. Günah çıkarma odasına her gün giriyor ve saatlerce orada kalıyordu. Bir keresinde Luther, bir önceki gün işlediği günahları itiraf etmek için o odada altı saat geçirmişti. Manastır reisleri Luther hakkında düşünmeye başladılar. Uyumadığı zamanlarda, görevlerini yerine getirmek ve çalışmak yerine günah çıkarma odasında saatlerce zaman geçirmeyi tercih etmesine bakarak, Luther’in bir dalavere çevirdiğinden şüpheleniyorlardı. Zihinsel olarak dengesizleştiği, hızla ciddi bir akıl bozukluğuna doğru ilerlediği konusunda kaygılanıyorlardı. Luther’in danışmanı olan Stauptiz, sonunda Luther’e kızdı ve onu azarladı:
    ^’Bana bak’ dedi, ‘eğer Mesih’in seni affetmesini diliyorsan bu tür kabahatlerle değil, aileden birisini öldürme, kutsal olana saygısızlık etme, zina gibi affedilecek bir şeyle gel… Tanrı, sana kızmıyor ki. Sen Tanrı’ya kızıyorsun. Tanrı’nın sana ümit etmeyi buyurduğunu bilmiyor musun?’”[Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).]

    İşte bu! İşte Luther’in bu yönü, kendisine deli denmesine neden olan en büyük yönüdür. Bu adam radikal bir şekilde sıradışıydı. Luther’in suç anlayışı kendinden öncekilerden çok farklıydı. Suçu onu o kadar hasta ediyordu ki, duyguları onu o kadar rahatsız ediyordu ki, normal bir insan olarak işlevini yerine getiremez olmuştu. Normal bir keşiş olarak bile işlevini yerine getiremiyordu. Hala daha yıldırımdan kaçıyordu. Bainton, Luther’in durumunu şöyle özetliyor:

    ‘Sonuç olarak, en korkunç güvensizlik onu kuşattı. Ruhunu bir korku kapladı. Vicdanı o kadar rahatsız oldu ki, yaprağın rüzgardaki hışırtısından bile ürküp titremeye başladı. Ruhunu bir kabus dehşeti sardı. Karanlıkta, canını almaya gelen kişinin gözleri içine bakmıştı. Luther’i koruyan göksel kişilerin hepsi geri çekilmişti. Şeytan, arzulayan bakışlarıyla bu güçsüz canı çağırmıştı. Tekrar eden bu eziyetler, Luther’in bedensel olarak çektiği rahatsızlıklardan çok daha kötüydü. Luther’in dış görünüşü, zihinsel hastalıkla öyle bir uyuşuyordu ki, insan Luther’in rahatsızlığını gerçekten dini zorluklardan mı, yoksa midesindeki veya vücudundaki bezlerdeki kusurlardan mı kaynaklandığına karar vermede zorlanırdı’ [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).]

    Luther’in davranışlarının sebebi nedir? Kesin olan bir şey var: Her ne kadar savunma mekanizması normal olan insanlar, vicdanlarının suçlayıcı sesini kısmak zorunda olsalar bile, Luther bundan yoksundu. Bazı kuramcılar, insanın deliyken akıllı haline nazaran gerçeği daha doğru görebildiğine katılıyorlar. Aklımıza, psikiyatra gidip de korkudan eli ayağı tutulduğu için kilise pikniğine gidememekten şikayet eden adamın hikayesi geliyor. Psikiyatr daha da derine indiğinde, adam, pikniğe giderken yolda araba kazası geçirebileceğini, piknikte zehirli bir yılanın onu sokabileceğini, fırtına geldiğinde kendisine yıldırımın çarpabileceğini veya sandaviç yerken ölebileceğini anlatır.

    Tüm bu korkular, ciddi olasılıkları gösteriyor. Yaşam, tehlikeli bir iştir. Hiçbir yerde, yaşamı tehdit eden tehlikelerden uzak olamayız. Howard Huges, tüm milyonlarına rağmen, düşman mikropların saldırısından tamamen uzak durabileceği bir yer bulamamıştır. Bu psikiyatr da tüm pikniklerin güvenli olduğunu kanıtlayamaz. İnsanın, herşeyin aksi gidebileceğini düşünmesi doğrudur ancak böyle düşünen kişi sıradışı olmaktan kurtulamaz, çünkü bu kişi, her gün etrafımızı saran açık ve güncel tehlikeleri aldırış etmememiz için taşıdığımız savunmalardan yoksundur.

    Ruh bilimi analizcileri, Luther’in geçmişinin ve yaşamının bir yönünü sıklıkla gözden kaçırıyorlar. Luther’in manastıra gitmeden önce, hukuk alanında kendisini Avrupa’nın en parlak beyinleri arasında kabul ettirdiğini gözden kaçırıyorlar. Luther zekiydi. Beyninde sorun yoktu. Hukukun kolay anlaşılamayan ve zor noktalarını anlayabilmesi, herkesin dikkatini çekiyordu. Bazıları onu hukuk dahisi olarak takdim ediyordu.

    Çoğu zaman, dahilik ve delilik arasında ince bir çizginin olduğunu ve kimi insanın bu çizginin ötesine geçtiği, kimin ise geride kaldığı söylenir. Belki Luther’in sorunu da buydu. Luther deli değildi. Bir dahiydi. Üstün bir hukuk anlayışı vardı. Kurnaz hukuk zekasını Tanrı’nın yasasına uyarlamasıyla, en ölümcül eksiklikleri gördü. Luther, En Büyük Buyruğu inceledi, “Tanrın olan Rabbin’i bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün gücünle ve bütün aklınla sev, komşunu da kendin gibi sev.” Ardından kendisine, ‘En Büyük Günah nedir?’ diye sordu. Bazıları bu soruya, en büyük günah, adam öldürme, zina, küfretme veya inançsızlık diye yanıt verebilir. Luther bu yanıtlarla aynı görüşte değildi. Eğer En Büyük Buyruk Tanrı’yı bütün yüreğinle sevmek ise, En Büyük Günahın da Tanrı’yı bütün yüreğinle sevmemektir sonucuna varmıştı. Büyük sorumluluklar ile büyük günahlar arasında bir denge olduğunu görmüştü.

    Birçok insan böyle düşünmüyor. Hiçbirimiz En Büyük Buyruğu, beş dakikalığına bile yerine getiremiyoruz. Çok yüzeysel bir şekilde bu buyruğu yerine getirdiğimizi düşünebiliriz ancak bir anımızı ele aldığımızda hiçbirimizin Tanrı’yı tüm yüreğiyle, tüm aklıyla veya tüm gücüyle sevmediğini açıkça görürüz. Hiç kimse komşusunu kendisi gibi sevmiyor. Bu konu üzerinde derin düşünmek için elimizden gelen her şeyi yapabiliriz fakat daima düşüncelerimizin arkasında, En Büyük Buyruğu her gün ihlal ettiğimizden ötürü bizi suçlayan ve kafamızın etini yiyen bir anlayış vardır. Yeşaya’nın da dediği gibi, kimsenin En Büyük Buyruğu tutmadığını biliyoruz. İşte tesellimiz de budur: Hiç kimse mükemmel değil. Hiçbirimiz Tanrı’ya karşı mükemmel bir sevgi duyamıyoruz, öyleyse neden üzülelim? Bu, akıllı imanlıları hergün altı saat günah çıkarmaya yönlendirmez. Eğer Tanrı, En Büyük Buyruğu yerine getirmeyenleri cezalandırsaydı, dünyadaki tüm insanları cezalandırmak zorunda kalacaktı. Sınav çok büyük ve çok şey istiyor, bu haksızlık. Tanrı, hepimizi bir çan eğrisine göre yargılamak zorunda.

    Luther bunu böyle görmüyordu. Luther, Tanrı’nın, insanları bir çan eğrisine göre değerlendirmesiyle Kendi kutsallığını tehlikeye sokacağının farkındaydı. Tanrı’nın böyle yaptığını düşünmek çok büyük küstahlık ve aptallıktır. Tanrı bize uyum sağlamak için Kendi değerlerini alçaltmaz. Tamamiyle Kutsal, doğru ve adil olarak kalmaya devam eder. Fakat bizler adaletsiziz ve bu da çıkmazda olduğumuzu gösteriyor. Luther’in hukuk zekasına bir soru takıldı: Adil bir Tanrı’nın önünde adil olmayan bir kişi nasıl kurtulabilir? Herkes bu konuda rahat iken, Luther acıdan kıvranıyordu:

    ‘Tanrı’nın erişilmez ışıkta oturduğunu bilmiyor musunuz? Bizler, Tanrı’nın harika ve dipsiz ışığının akıl ermez görkemini anlamak, daha da derinlere inmek isteyen, zayıf ve umursamaz yaratıklarız. Yaklaşıyoruz, kendimizi yaklaşmaya hazırlıyoruz. Sonra O’nun görkemi bizi paramparça edip yendiğinde de şaşırıyoruz!’ [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).]

    Luther, İncil’de, İsa’ya gelip kendi kurtuluşu hakkında soru soran, ileri gelen zengin adam karakterine tamamen zıt bir kutuptaydı: İleri gelenlerden biri İsa’ya, “İyi öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?”diye sordu. İsa, “Bana neden iyi diyorsun?” dedi. “İyi olan yalnız biri var, O da Tanrı’dır. O’nun buyruklarını biliyorsun: ‘Zina etmeyeceksin, adam öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere tanıklık etmeyeceksin, annene babana saygı göstereceksin.(Luka 18:18-20).

    İsa ile bu zengin adamın herkesçe bilinen bu buluşmasında, çoğunlukla bir nokta gözden kaçıyor. Bu nokta da, adamın İsa’yı selamlama şeklidir. Adam İsa’ya ‘İyi öğretmenim’”diye sesleniyor. İsa bu önemi gözden kaçırmadı. İsa, iyi kelimesinin anlamı hakkında yüzeysel bir bilgiye sahip bir adamla konuşuyor olduğunu hemen anladı. Adam, İsa ile kurtuluş hakkında konuşmak istiyordu. Bunun yerine İsa, sohbeti kurnazca iyiliğin ne olduğu üzerine çevirdi. İsa, adama iyinin anlamı hakkında unutamayacağı bir ders verme fırsatı yakalamıştı.

    İsa, adamın Kendisini selamlama şekline odaklandı: ‘Bana neden iyi diyorsun?’”Soruyu daha öte bir koşulla vurguladı: ‘İyi olan yalnız biri var, O da Tanrı’dır’.”Kırmızı alarm çalıyor. Bazıları, hatta bilgili teologlar bile, İsa’nın buyruklarına takılıyorlar. Bazıları, İsa’nın sözlerini şöyle anlıyorlar, ‘Bana neden iyi diyorsun? Ben iyi değilim. Yalnız Tanrı iyidir. Ben Tanrı değilim. İyi değilim.’ Burada İsa asla Kendi tanrılığını inkar etmiyor. Kendi iyiliğini de inkar etmiyor. Zengin adama doğru anlayış kazandırmak, adamın İsa’ya tam olarak iyi demesini sağlardı. İsa iyiydi. İyi Olan’ın beden almış haliydi. Zengin adam, Tanrı’nın görüntüsüyle konuşuyordu. Burada önemli olan, zengin adamın bunun farkında olmamasıdır. Zengin adam, İsa’ya büyük bir öğretmen olduğu için saygı duyuyordu ancak adamın İsa’da gördüğü tek şey buydu. Tanrı’nın görüntüsüyle konuştuğunu bilmiyordu. İyi Olan’ın Görüntüsü ile iyilik hakkında tartıştığına dair elinde bir belirtisi yoktu. Zengin adam, açıkçası inandığı Kutsal Kitap’ı da bilmiyordu. Mezmur’un 14. bölümünün ne demek istediğini anlamamıştı:

    ‘Akılsız içinden, “Tanrı yok!” der. İnsanlar bozuldu, iğrençlik aldı yürüdü, İyilik eden yok. RAB göklerden bakar oldu insanlara, Akıllı, Tanrı’yı arayan biri var mı diye. Hepsi saptı, Tümü yozlaştı, İyilik eden yok, Bir kişi bile!’ (Mezmurlar 14:1-3) .

    Bu mezmur Yeni Antlaşma’da Pavlus tarafından tekrarlanıyor ve pekiştiriliyor. Bildiri açıktır. İyilik eden yok, bir kişi bile. ‘Bir kişi bile” deyimi tüm yanlış anlaşılma ihtimalini siliyor. İddianame, tek başına iyiliği barındıran Tanrı Oğlu dışında hiçbir istisnayı kabul etmiyor. İnsanın ruhu, böyle bir iddianame karşısında geri adım atıyor. Kutsal Yazılar kesinlikle abartıyordur. Bazı insanların iyilik ettiğini biliyoruz. İnsanların sıklıkla iyi şeyler yaptığını görüyoruz. Kimsenin mükemmel olmadığını kabul ediyoruz. Hepimiz zaman zaman sürçüyoruz. Fakat, birçok iyi iş yapıyoruz ve yapacağız da, değil mi? Hayır! Bu tamamen zengin adamın düşünme şeklidir. Zengin adam iyiliği yanlış değerlerle ölçüyordu. İyi işleri, dışa yönelik üstün niteliklere göre değerlendiriyordu.

    Tanrı bizlere bazı iyi işler yapmamızı buyuruyor. Fakire yardım etmemizi buyuruyor. Fakire yardım ediyoruz. Bu iyilik etmektir, değil mi? Hem evet, hem hayır. Dışa yönelik bu davranışımız Tanrı’nın buyruğunu yerine getirdiği için, bu anlamda iyidir. Bu anlamda çok sık iyilik yaparız. Fakat Tanrı, yüreğe bakar. En derin amaçlarımızla ilgilenir. İyi bir işin Tanrı’nın iyilik değerini aşması için, Tanrı’yı mükemmel biçimde seven ve komşusunu da kendisi gibi seven bir yürekten taşması gerekir. Hiçbirimiz Tanrı’ya ve komşumuza karşı mükemmel bir sevgi duymaya ulaşamadığımız için, tüm dışa yönelik iyi işlerimiz kirlidir. İyi işlerimiz, yüreğimizdeki amaçlarımızın kusurlarından oluşan lekeyi taşırlar. Kutsal Kitap’ın mantığı da budur: Kimse mükemmel bir yüreğe sahip olmadığı için, hiç kimse mükemmel bir iş yapamaz.

    Tanrı’nın yasası, gerçek doğruluğun aynasıdır. İşlerimizi bu aynanın önüne getirdiğimizde aynadaki yansıma kusurlarımızı bize gösterir. İsa, bu aynayı zengin adamın gözü önüne koymuştu: ‘O’nun buyruklarını biliyorsun: zina etmeyeceksin, …” İsa’nın zengin adama sıraladığı buyrukların, Yasa’nın ikinci tabletinde yer alan, yani insanlara karşı olan sorumluluklarımızı ilgilendiren buyruklar olduğuna dikkat etmek önemlidir. Bu buyruklar, hırsızlık, zina, adam öldürme, …vb olayları içeriyor. Dikkat ederseniz, İsa’nın özet geçtiği buyruklar arasında, doğrudan Tanrı’ya olan yükümlülüğümüzle ilgili ilk buyruklar yok. Zengin adam ne cevap verdi? Üzülmemişti. Soğukkanlılıkla aynaya baktı ve bir kusurunu göremedi. Sadece kendini beğenmişlikle tanımlanabilen bir tavırla adam yanıt verdi: “Bunların hepsini gençliğimden beri yerine getiriyorum.”

    Adamın ya cahil ya da küstah olduğunu düşünüyorum. İsa’nın sabrını anlayamıyorum. Ben olsam, kendimi tutamazdım. Şu sözlerle kızgınlığımı anında dile getirirdim, Ne! Gençliğinden beri On Emri yerine getiriyor musun! Son beş dakika içinde On Emrin hiçbirini yerine getirmedin ki. Dağdaki vaazımı duymadın mı? Haksız yere birine öfkelendiğinde, yasanın adam öldürmekle ilgili derin buyruğuna karşı gelmiş olduğunun farkında değil misin? Eğer bir kadına şehvetle baktıysan, zina etmemek ile ilgili büyük buyruğu ihlal etmiş olduğunu bilmiyor musun? Hiç birisine yan gözle bakmadın mı? Her zaman annene babana saygı gösteriyor musun? Deli ya da kör olmalısın. İtaatkarlığın yüzeysel konularda iyi. Sadece yüzeysel olarak itaat ediyorsun.”
    b_14755.jpg
    Ben böyle davranırdım. Ama İsa böyle davranmadı. İsa daha kurnaz ve etkiliydi: İsa bunu duyunca ona, Hâlâ bir eksiğin var” dedi. “Neyin varsa hepsini sat, parasını yoksullara dağıt; böylece göklerde hazinen olur. Sonra gel, beni izle’ (Luka 18:22) .

    Eğer İsa’nın şakayla karışık bir konuşması varsa, o da bu konuşma olmalıdır. Eğer İsa’nın bu sözlerini birebir algılarsak, bu konuşmanın tarihteki en doğru iki adam arasında, birisi kusursuz diğeri sadece bir tane eksiği olan iki Kuzu arasında geçtiği sonucuna varmak zorunda kalırız. İsa’nın ağzından, benim ahlaki kusursuzluğumda sadece bir tane eksik olduğunu duymak beni sevindirirdi. Biz daha iyi biliyoruz. Eğer fikir yürütüp İsa’nın düşüncelerinin gizli yerlerine girebilsek, şöyle bir düşüncenin yer aldığını görebiliriz: Ya, demek gençliğinden beri tüm buyrukları yerine getirebiliyorsun. Görelim bakalım. İlk buyruk nedir? Ya evet, “Benden başka Tanrın olmayacak.” Bunu nasıl yerine getirdiğine bir bakalım :

    İsa, zengin adamı sınava tabi tuttu. Zengin adamın hayatında, Tanrı’dan önce gelen şey parasıydı. İsa mücadeleyi bu noktaya, adamın bir numaralı buyruğa olan itaatine çekti: ‘Neyin varsa hepsini sat…”
    Adam ne yaptı? Tek kusuruna nasıl değindi? Üzüntü içerisinde uzaklaştı çünkü çok malı vardı. Adam On Emir’den sınava tabi tutudu ve ilk sorudan sonra sınavı terk etti. Bu öykünün ana fikri, bir Hıristiyan’ın tüm mal varlığını bırakması gibi bir kural ortaya koymak değildir. Bu öykünün ana fikri, itaatin ne olduğu ve iyiliğin gerçekten ne gerektirdiğidir. İsa, adamın blöfünü gördü ve iddiayı artırdı.

    İsa, yüzyıllar sonra başka bir genç adamla karşılaştığında, bu genç adama günahını göstermek için, zahmet gerektiren bir ders hazırlamak zorunda kalmadı. Luther’e asla, ‘Bir eksiğin var” demedi. Luther zaten birçok eksiği olduğunu biliyordu. Luther bir avukattı, Eski Antlaşma Yasası üzerine çalışmıştı, saf ve kutsal Tanrı’nın isteklerini iyi biliyordu ve bu da onu deliye çeviriyordu. Luther’in aklı, çözemeyeceği yasal bir çıkmazla karşılaşmıştı. Bir çözüm yolu yok gibiydi. Gece gündüz Luther’in başının etini yiyen soru, adil bir Tanrı’nın nasıl olur da adil olmayan bir insanı kabul edebiliyor olmasıydı. Sonsuz kaderinin, bu sorunun cevabında yattığını biliyordu. Ancak sorunun yanıtını bulamıyordu. Daha küçük düşüncelere sahip olanlar, cahilliklerinin verdiği mutlulukla eğlenerek ve neşeyle yollarına devam ediyorlardı. Tanrı’nın Kendi mükemmelliğini tehlikeye atıp onları cennete alacağını düşünmeleri onları memnun ediyordu. Tüm bunlardan sonra, eğer cennetin dışında kalırlarsa, cennet onlar için dışardan göründüğü gibi olağanüstü bir yer olmayacaktı. Tanrı’nın bir çan eğrisine göre değerlendirmesi gerekiyor. Erkekler yine erkek olacaktır. Tanrı, birkaç ahlaki kusurun O’nu telaşlandıramayacağı kadar büyüktür.

    İki şey Luther’i diğer insanlardan ayırıyordu: İlki, Luther, Tanrı’nın kim olduğunu biliyordu. İkincisi, aynı Tanrı’nın Yasası’nın istemlerinin ne olduğunu anlamıştı. Yasayı iyice öğrenmişti. Müjdeyi anlamasaydı işkenceden ölebilirdi. Ve Luther’in başından en son dini deneyimi gerçekleşti. Bir yıldırım çarpmamış veya mürekkep hokkası uçmamıştı. Sessizliğin içinde, Luther tek başına çalışırken meydana gelmişti. Luther’in kule-deneyimi” diye adlandırdığı olay, dünya tarihinin rotasını değiştirdi. Bu olay, Tanrı’ya ve Tanrı’nın ilahi adaletine yeni bir anlayış getirdi. Bu anlayış, Tanrı’nın Kendi adaletinden ödün vermeden nasıl merhametli olabileceğine ve kutsal bir Tanrı’nın kutsal bir sevgiyi nasıl ifade ettiğine değinen bir anlayıştı:

    Pavlus’un Romalılar’a yazdığı Mektubu anlamayı çok istiyordum. Önümde “Tanrı’nın adaleti” ifadesinden başka bir engel yoktu, çünkü adaleti, Tanrı’nın adil olması ve adil bir şekilde adaletsiz olanı cezalandırması olarak algılıyordum. Eksiksiz bir keşiş olmama rağmen vicdanında sorunları olan bir günahkar olarak Tanrı’nın önünde duruyordum ve sahip olduğum değerlerin O’nu yatıştırıp yatıştırmadığından emin değildim. Bu yüzden adil ve öfkeli bir Tanrı’yı sevemiyor, böyle bir Tanrı’dan nefret ve şikayet ediyordum. Fakat sevgili Pavlus’a sımsıkı sarılmıştım ve büyük bir özlemle ne demek istediğini bilmek istiyordum.

    ‘Doğru kişi imanla yaşayacaktır’ fadesi ile Tanrı’nın adaleti arasındaki bağlantıyı görene kadar gece gündüz bunun üzerinde düşündüm. Sonra Tanrı’nın adaletinin, imanımızla bizi aklayan Tanrı’nın lütfu ve saf merhameti aracılığıyla gelen doğruluk olduğunu kavradım. Bunun üzerine kendimi yeniden doğmuş ve açılan kapılardan cennete doğru ilerliyor hissettim. Kutsal Yazılar’ın tümü benim için yeni bir anlam kazanıyordu ve beni önceden nefretle dolduran Tanrı’nın adaleti, şimdi daha büyük bir sevgiyle, ifade edilemez bir şekilde bana tatlı geliyordu. Pavlus’un bu yazısı bana cennetin kapısı gibi görünüyordu.
    Eğer doğru bir şekilde, kurtarıcınız olarak Mesih’e iman ederseniz, bağışlayan bir Tanrı’ya anında sahip olursunuz. İmanınızın sizi Tanrı’nın yüreğine ve isteğine doğru yöneltmesiyle, gerçek lütfu ve taşan sevgiyi görürsünüz. Tanrı’ya imanla bakmak için, Tanrı’nın öfke ve affetmemezlik barındırmayan, baba ve dost gibi olan yüreğine bakmalısınız. Tanrı’yı öfkeli gören kişi, Tanrı’ya doğru bir şekilde bakmıyordur. Yüzünü kara bir bulut kaplamış gibi, sadece bir perdeye bakıyordur. [Roland Bainton, Here I Stand (NAL, 1978).]

    Kendisinden önce Yeşaya’ya olduğu gibi Luther’de, yanan koru, dudaklarında hissetti. Helak olmanın ne demek olduğunu biliyordu. Kutsal bir Tanrı’nın aynasıyla paramparça olmuştu. Daha sonra, cennetin tadına bakmadan önce Tanrı’nın onu cehennem çukuru üzerinde sallandırması gerektiğini söylemişti. Tanrı, hizmetkarını çukura düşürmedi. Luther’in hayatını çukurdan korudu. Tanrı, Kendisinin adil ve aklayan bir Tanrı olduğunu kanıtladı. Luther, müjdeyi ilk defa anladığında cennetin kapıları ortadan ikiye açıldı ve Luther içeri girdi.

    Doğru kişi imanla yaşayacaktır.”Bu Protestan Reformunun savaş narasıydı. Sadece imanla, sadece Mesih’in üstünlüğüyle aklanma fikri, müjdenin o kadar merkezindeydi ki, Luther bu fikir için, “kiliseyi ayakta tutan veya yıkan madde” demişti. Luther, bu maddenin kendisini de, ya ayakta tutacak ya da yıkacak madde olduğunu biliyordu. Luther, Pavlus’un Romalılar’daki öğretişini kavradığı zaman yeniden doğdu. Suçunun ağırlığı kalkmıştı. Delirten işkenceler bitmişti. Tüm bunlar Luther için o kadar çok şey ifade ediyordu ki, papanın, konseyin, kralın, imparatorun hatta gerekirse tüm dünyanın karşısında durabilmesine yetiyordu. Cennetin kapılarından geçiyordu ve kimse onu engellemiyordu. Luther, neyi protesto ettiğini bilen bir Protestandı.

    Luther deli miydi? Belki de. Eğer öyleyse, duamız o ki, Tanrı böyle bir delilik salgınını tüm dünyaya göndersin ki, bizler de yalnız imanla gelen doğruluğu tadalım.

    #36671
    Anonim
    Pasif

    Luther keşke Protestanlık doğurmasaydı da Katoliklerin yanlışlarını kendi içinde düzeltseydi.Böyle hizmet etseydi.Belki bu o koşullarda mümkün değildi ama yinede isteseydi başarabilirdi

2 yazı görüntüleniyor - 1 ile 2 arası (toplam 2)
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.