Atatürk İslam için Ne Düşünüyordu?

  • Bu konu 2 izleyen ve 1 yanıt içeriyor.
2 yazı görüntüleniyor - 1 ile 2 arası (toplam 2)
  • Yazar
    Yazılar
  • #25409
    Armagan
    Anahtar yönetici

    ataturk5.jpg
    Atatürk İslam için ne düşünüyordu?

    Sherill’e göre Atatürk Tanrı’ya inanıyor ama dine inanmıyor.
    Atatürk’ün, biyografisini yazan ABD Büyükelçisi Sherrill’e açıkladığı ‘dinle ilgili’ düşünceleri ilk kez yayımlandı. Sherrill’in kitabına almayıp rapor olarak ABD Dışişleri’ne gönderdiği söyleşide Atatürk ‘Agnostik olmadığını, tek tanrıya inandığını’ söylüyor, dindar olmayan Türklerin yüksek sesli duaların cezbine kapıldığını belirtiyor

    RADİKAL – İSTANBUL – Atatürk’ün din hakkındaki görüşlerine ışık tutacak yeni bir belge ortaya çıktı. 1932-1933 yıllarında Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in hazırladığı ve Atatürk’ün kendi ağzından dinle ilgili görüşlerini içeren rapor ilk kez Toplumsal Tarih dergisinde araştırmacı yazar Rıfat N. Bali’nin hazırladığı yazıda yayımlandı. Büyükelçi, Ankara’da görev süresi boyunca Atatürk ile yaptığı görüşmelere ve gözlemlere dayanarak ‘A Year’s Embassy to Mustafa Kemal’ adlı bir kitap hazırlamıştı. Eser ilki, 1934 yılında Atatürk yaşarken, üç kez Türkçeye çevrildi. Kitabın en ilginç bölümü Atatürk’ün dine bakışını içeren kısımdı. Bu bölümde yazar, Atatürk’le yaptığı uzun bir mülakata yer vermiş ancak Atatürk’ün sözlerinin bir kısmını kitaba almamış bunu da “Din konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamını burada vermek hiç doğru olmaz” satırlarıyla dile getirmişti.
    Ancak Sherill, kitaba sadece bir bölümünü aldığı görüşmeyi özetleyerek bir rapora döktü ve ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdi. ABD Dışişleri Arşivi’ndeki bu raporu, Bali Türkçeye çevirip Toplumsal Tarih’e yazdı. Aşağıda, raporun tam metni yer alıyor.

    ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ
    Sayı:423
    Ankara, 17 Mart 1933
    Konu: Türkiye’de din
    MÜNHASIRAN MAHREM
    Saygıdeğer Hariciye Vekili
    Washington
    Beyefendi,
    Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile dün öğleden sonraki üç saatlik mülakatımda, hakkında yazmakta olduğum biyografinin sekiz bölümünü birlikte gözden geçirdiğimiz sırada Türkiye’de din meselesi bahis edildi. İncelememde Türkiye Cumhuriyeti’nde İslam dininin gelişimi konusuna oldukça yer verdiğime dikkatini çektim, biyografim için -yayınlanmak veya yayınlamamak kaydıyla- bana söylemek istediği kadarıyla sınırlı olmak üzere bu mevzudaki görüşünü bilmek istediğimi belirttim. Sözlerinin hangi kısmının efkârı umumiye(nin) (bilgisi) için olduğunu, hangi kısmının olmadığını belirterek mevzu hakkında teferruatlı bir şekilde konuştu.
    Galiba, altı ve yedi yaşındayken annesi onu bir sıbyan mektebine göndermek istiyordu. Burada öğretmen Kuran dersleri de verecekti. Bu, uzun Arapça bölümleri ezberlemek demekti. Diğer yandan babası oğlanın din eğitiminin verilmediği laik bir mektebe gitmesini istiyordu. Her ne kadar sonunda babanın sözü kabul edildiyse de annesi oğlanı Selanik’te geçerli olan geleneksel tören eşliğinde sıbyan okuluna gönderdi. Ertesi gün babası oğlanı okuldan aldı ve laik okula koydu. Buna çok üzülen annesi epey ağladı ve oğlanın teklif etmesi üzerine sıbyan okulundaki din hocası
    eve gelip ona Kuran eğitimini verdi. Bu sadece bir ay sürmesine rağmen anneyi tatmin etti. Bu, ömrü boyunca alacağı tek din eğitimiydi.

    ‘Beşeriyetin Tanrı ihtiyacı’
    Agnostik olduğuna dair genellikle kabul görmüş inancı, kesinlikle reddediyor, ancak dininin sadece Kâinat’ın Mucidi ve Hâkimi tek Tanrı’ya inanmak olduğunu söylüyor. Ayrıca beşeriyetin böyle bir Tanrı’ya inanmaya ihtiyacı olduğuna inanıyor. Buna ilaveten dualarla bu Tanrı’ya seslenmenin beşeriyet için iyi olduğunu belirtti. Burada duruyor.
    Daha sonra teferruatlı bir şekilde neden o kadar inançlı bir Protestan Hıristiyan olduğumu sordu. Ben de ona, bu raporda yeri olmayan, sebeplerimi söyledim. Sadece bir genel mütalaa söyleyebilirim. Suallerinde tamamıyla samimiydi, bu da din konusunda yeterince zihin yorduğunu göstermekte. Daha sonra, 10 yıl önce inşa ettiği yeni Cumhuriyet’in Reisicumhuru olarak iktidara geldiği zaman İslam dininin durumu hakkında bilgi vermeye başladı. Şeyh-ül İslam’ı, medreseleri, Mahkeme-i Şer’iyyeleri ve bu mahkemelere riyaset eden kadılar, hocalar ve muhtelif dervişler dahil olmak üzere bütün ruhban sınıfını lağvetmeyi gerekli bulduğunu söyledi. Osmanlı’da geçerli olan bu ruhban yapıdan geriye kalan, müezzin olarak minarelerden halkı ibadete çağıran ve camilerde namaz kıldıran imamlardı.
    Ona az evvel tasvir ettiği bu yapıyı tamamıyla yok ettikten sonra Türk gençliği için, şayet kaldıysa, ne tür dini tedrisat kaldığını sordum. Kifayetsiz medrese sistemini tüm ülkeye yayılmış ilk ve ortaöğretim sistemiyle ikame ettiğini ve bu sistemin (talebeyi) üniversiteye dek götürdüğünü belirtti. Hz. Muhammed’in hayat hikâyesi ve daha ahlaklı yaşama konusundaki hikmetli düsturlarla dini tedrisat verildiğini, bu dini tedrisata Yeni ve Eski Ahit’te tasvir edilen diğer büyük dinleri ve Budist dini kitapları da dahil ettirdiğini söyledi.
    Daha sonra o ve ben bu modern Türk dini tedrisatı ile Birleşik Amerika’da ortalama pazar okulunda verilen dini tedrisatı mukayese ettik. Pazar okullarımızda verilen dini tedrisatın cuma sabahları kadınlar tarafından tüm ülkedeki Halk Evleri’nde verilip verilemeyeceğini sorduğumda böyle bir fikrin muvaffak olacağına dair pek şüpheli göründü, ancak yeni bir fikir olduğunu ve kaale alacağını söyledi. Bu amaçla kadın öğretmenlerin vazifelendirilmesi fikri ona cazip geldi, çünkü bu şekilde hocaların erkek partizanları, siyaset veya benzeri muhtemel başka mesele yaratacak ihtimallerden kaçınılmış olacaktı.
    Kısa zaman içinde ard arda mesaj yazıldığı için sistem tarafından mesajlar birleştirilmiştir (otomesajdır, Alevimen)
    Bursa hadisesi
    Bu çerçevede yakın tarihte olan Bursa hadisesi üzerinde serbestçe konuştu. Bu hadise Türklerce değil üç yabancı tarafından çıkarılmıştı: Bir Arnavut, bir Bulgar ve bir Rus. Hatta Üçüncü Enternasyonal tarafından kışkırtıldığını da ima etti. Muhtemelen sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil meselesine, ezanın Arapça yerine Türkçe okunması haline dönüştürerek gösterdiği siyasi maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum.
    Bu sözlerim Kuran’ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesi için nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı.
    Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran’dan alınan bir Arapça bölüm okudu.

    Türkçe Kuran okutma nedeni
    Bu duada Hz. Muhammed amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder.* “Düşünen bir Türk’ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?” dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de gitgide Kuran’ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kuran’ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum.
    Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü. Saygılı bir şekilde bu bakışıyla mutabık olmadığımı, eşimle yaşadığımız tecrübeyi anlattım. İki Türk arkadaşımızın daveti üzerine 23 Ocak’ta Ayasofya Camii’ne gidip Kadir Gecesi’ne şahit olduk. Ona yüzde 20’si askeri üniformalı 10 bin mümin tarafından doldurulan caminin ne kadar kalabalık olduğunu, bütün müminlerin tam bir saat Gazi’nin de varlığını kabul ettiği Tanrı’ya doğrudan yönelttikleri dualarla nasıl yoğun bir şekilde ibadet ettiklerini anlattım.
    Bu kalabalık, bu ibadet ve müminlerin duaya yoğunlaşmaları hususunda izahat istemem, onun Türk gençliğinin din hakkında bilgi edinme fırsatı mevzusunda Türk hükümetinin kısıtlı bir rolü olması gerektiğine dair kanaatini dile getiren daha fazla beyanatlar vermesine neden oldu. Bu beyanatlarını bitirdiğinde şimdilik ortaöğretimde ve Dâr-ül-fünûn’un küçük ilahiyat bölümünde üç büyük din hakkında verilen tarihi tedrisattan fazlasını öğretmeye inanmadığı sarihti.

    #30012
    Anonim
    Pasif

    Mustafa Kemal, Dine her zaman saygı göstermiştir. Onun bugünlere kadar getireceği toplumun yapısı henüz Osmanlının teoratik yönetiminden sıyrılamamışlardı. O bu durumda bunu hiçe sayarak birşeyler yapmaya kalksaydı eğer, bu yaptıklarını asla başaramazdı. Bunun bilincine sahip olduğu içinde her zaman bunu göz önüne koyarak birşeyler yapmaya çalıştı. Dine inanıp inanmadığı konusu tartışılır; fakat saygısı tartışılmaz! Bir insanın dine inanıp inanmadığı da kimleri alakadar eder orası da meçhul! Özellikle şuanda Atatürk’ün bütün devrimleri, inkılapları hiçe sayılarak bu konu uzerınde durdurulmaya calısılarak ınsanların ondan soğumasını ve benımsenmemesını sağlıyorlar! Umarım bu oyunlara gelmeyız!

    O, inansa da inanmasa da Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal’dir.


    Ne mutlu Türk’üm diyene!

2 yazı görüntüleniyor - 1 ile 2 arası (toplam 2)
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.