Re: İKİ EV: Hangisini Seçiyorsunuz?

#31331
Anonim
Pasif

İkinci Ev!

Tahttan yükselen gür bir sesin şöyle dediğini işittim. “ İşte Tanrı’nın konutu insanların arasındadır. Tanrı onların arasında yaşayacak. Onlar onun halkı olacaklar. Tanrı’nın kendisi de onların arasında bulunacak. Onların gözlerinden bütün yaşları silecek. Artık ölüm olmayacak. Artık ne yas, ne ağlayış, n de ıstırap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalkmıştır. Esinleme 21: 3-4

Gözlerini açtı… İlk gördüğü şey ışıktı. Bu ışık yüzünden gözleri kamaşmıştı. Alışmak için bir kaç kez sıkıca gözlerini açıp kapattı. Sonunda iyice alıştı. Etrafına bakındı. Gördüğü güzellik karşısında adeta soluğu kesilmişti. Bir anda gördüğü bu manzarayı içine sindire sindire tek tek her parçaya tekrar baktı.Karşısında büyük bir taht vardı. Çevresi o kadar kalabalıktı ki henüz bir şey göremedi. Ama oradan yükselen ışığın bulunduğu yerin aydınlanma kaynağı olduğunu gördü. Tahtın üstünde bir takım kanatlı yaratıklar yükselip iniyordu. Korku mu içinde hissettiği şey korku değildi. Böyle bir hissin artık içinden kaybolup gittiğini hayretle fark etti. Orya bakmaktan kendini alamadığı halde merakla etrafına göz gezdirdi. Bastığı yer altındandı. O kadar güzel parlıyordu ki dünyada olsa eline almaya bile kıyamazdı. Şimdiyse üstünde geziniyordu.

Burası bir şehri andırıyordu. Ama aydınlık bir şehir. Burayı aydınlatan şeyin ne olduğunu düşündü. Güneşi aradı gözleri. Öyle bir şey yoktu ki. Işığın kaynağı tahttı. Aslında orada oturandı. Sütunlar değerli taşlarla süslü süt beyazı mermerlerden yapılmışlardı. Ne kadar değerli şey varsa gözlerini çevirdiği her yerde onları görebiliyordu.
Birden anılarına döndü, Yaşadığı ev gözlerinin önüne geldi. Buna ev demek bile iltifat sayılırdı. Dış yüzeyi zaten iyice dökülüyordu. Ama içi daha da acınacak bir haldeydi. Yerin tahtalarına bastıkça göçecek diye ödü kopardı. Zaten çoğu yer deldik deşik hale gelmiş fareler buralarda çoğu zaman oyun oynar olmuşlardı. Çoluk çocuk kış geceleri birbirlerine sokulur böylece titremelerini biraz olsun dindirebilirlerdi. Çalıştığı yerdeki para ancak bu kadardı. İyi bir işe girebilirdi ama ne yazık ki girdiği yerler ya o İsa’ya inanıyor diye bir an evvel işten atıyorlar ya da girdiği yer İsa’nın istemediği bir şekilde iş yaptığı için kendisi çıkmak zorunda kalıyordu.

İşte şimdi en güzel evdeydi. Gülümsedi. Tahttaki ışık bile onun bütün acılarını unutturacak güçteydi.

Çevresindeki kalabalığı yeni yeni fark ediyordu. Hepsi kendi gibi bembeyaz keten giysiler giymişler yüzlerinde sevinç ışıklarıyla oradan oraya koşuyorlardı. Bir gurup insan altından koca caddede hiç duymadığı bir ezgiyle Tanrı’yı yüceltiyorlar ve de dans ediyorlardı. İçinden onlara katılmak geldi. Onlara doğru ilerlerken birden gördüğü şey onu sevince boğdu. İşte yıllar önce kaybettiği karısı bir sütunun dibinde ona bakıyor ve gülümsüyordu. Fakirlikten yeterli derecede tedavi görmemiş olan zavallı kadın ölüme teslim olmuştu. Onu son gördüğünde teni bembeyaz yüzü ise zayıf ve kemikliydi. Gözlerinin altı morarmış zorla konuşuyordu. Oysa şimdi gençlik günlerindeki haliyle tam karşısındaydı. Bütün hastalığı şifa bulmuş capcanlı pembe bir yüzle ona doğru ilerliyordu. O da ona doğru gitti ve sımsıkı sarıldı. Konuşamıyordu bile. Karısı dedi; Beni gördüğüne bu kadar sevindiğine göre O’nu ve kuzuyu görünce kim bilir ne kadar sevineceksin. Haklı olduğunu düşündü.

Caddede tahta doğru birlikte ilerlemeye başladılar. Tatlı yumuşak bir su sesi birden kulaklarını okşadı. Yan tarafına bakınca bütün şehrin ortasından bir ırmağın akıp gittiğini gördü. Bu güne kadar gördüğü en berrak suydu. Diri su kaynağı bu olmalı dedi. Bakılışı bile insanın içine esenlik veren bir güzellikteydi. Pek çok kişi ırmağın yanında oturmuş ağaçların çeşit çeşit meyvelerinden yiyorlardı. Ağaçların canlı, yeşil ve gür dalları göğe doğru uzanıyordu. Ama bir tanesi vardı ki o hepsinden daha güzeldi. Her dalında yeryüzünün en güzel meyveleri en olgun halleriyle yetişmişti. Bu meyvelerden çıkan hoş kokular etrafı dolduruyordu. Etrafına her ulustan insan toplanmış meyvelerinden yiyorlardı. Siyahı beyazı sarısı kızılı her dilden her ırktan insan birbirlerine sarılmış ilahiler söylüyorlardı. Şaşırdı çünkü bu insanların çoğu dünyadayken tarih boyunca savaşmış insanlardı. Şimdi hepsi bu düşmanlıklarına şifa bulmuş birlikte tapınıyorlardı.

Birden arkasında bir ses “Hoşgeldin kardeşim” dedi. Arkasına dönünce birisi ona sıkıca sarıldı. Adamın suratında kocaman bir gülümseme ve minnettarlık vardı. Biraz şaşırarak “Hoşbulduk” dedi. Adam “Tanıyamadın mı” dedi. Biraz hafızsını yokladı sonra “Pek tanıyamadım” dedi. Adam gülerek anlatmaya başladı “ Hani bir gün otobüste sen İncil okuyordun. Ben de senin yanında oturmuştum. Ne okuduğunu merak edip sana sordum. Sen de İncil’i bana verdin biraz da anlattın” Evet şimdi anımsamıştı. Ama onun buraya geleceğini hiç mi hiç tahmin etmemişti.Adam devam etti “ İşte o günden sonra İncil’i okumaya başladım. Bir kaç ay sonra da İsa Mesih’e inandım.” Şimdi de buradayım. Sana teşekkür ederim.” Ne diyeceğini şaşırmıştı. Adam tekrar geldiği gibi sevinçle uzaklaştı. Arkasından bakarken şaşkınlığı sürüyordu.

Anılarında tekrar bir yolculuğa çıktı: Bu sefer çevresinde akrabaları vardı. Ailenin erkekleri bir içki sofrasının etrafında toplanmış sohbet ediyorlardı. O ise onların konuşmalarını dinliyor içinden de dua ediyordu. Sohbetin ilerleyen ve hatta zıvanadan çıktığı bir sırada amca bey ona dönüp “Yahu yeğenim senin hakkında bir şey duydum, doğru mu?” diye sordu. O da sordu “ Ne duydun amca” “ Sen Hıristiyan olmuşsun öyle mi?” Bir an bir sessizlik oldu. O da bütün cesaretini toplayıp cevapladı. “Doğru amca” Etrafta buz gibi bir hava esti. “Nasıl yani şimdi sen bizim dinimizden değil misin?” Amca bey ısrarlıydı. “Hayır “dedi. O zaman eniştelerinden biri atıldı “Kim bilir kim senin kafanı çelmiştir. Üç gün sonra unutursun” Yok, dedi. Kimse kafamı çelmedi. Kendi isteğimle Hıristiyan oldum. Onlara anlatmaya başladı. İs Mesih bizim için öldü ve dirildi. Şimdi yaşıyor. Tek kurtuluş yolu da budur. Sizin iyi işleriniz ibadetlerini Tanı’nın yanına gitmeye yeterli değildir. “ O şurada sözünü kestiler. “ Ya kes tamam. Fazla anlatma. Hadi biz işimize bakalım. Bunlarla uğraşamayız. Hem kimseye de anlatma da ailemizi utanca boğma” Öbürleri de onu tasdik edip arkalarını ona dönüp içmeye devam ettiler. İçinden ağlamak geliyordu. O anda gözyaşlarını tuttu ama o gece uzun uzun onlar için dua edip ağladı. O günden sonra bu konu aile arasında açılmadı ama akrabalardan kimse onunla konuşmaya ya da evine gelmeye tenezzül etmediler.

Şimdi ise hiç tanımadığı bir adama bir İncil verdiği için teşekküre boğuluyordu. Bundan büyük ödül olamazdı. Daha da ilerledi. Görmeyi arzuladığı tek şeyi görmek için artık sabırsızlanıyordu.

Kalabalığı yararak tahta doğru koşar adımlarla gidiyordu. İşte sonunda büyük tahtın üzerinde oturanı gördü. Bu tarif edilmez bir sahneydi. Tanrı şimdi gerçekten halkının arasında oturuyordu. Tanrı insanlarla olmaktan memnun insanlar Tanrı’yla olmaktan daha da büyük sevinç içinde birlikte yaşıyorlardı. Aslında bu sahneden sonra diğer gördüğü şeylerin pek önemi kalmamıştı.

Tanrı kendi sözü uğruna ölenleri ve kendisi için çalışanları yanına çağırıyor onlara taçlar veriyordu. Bu kişiler ise verilenleri tekrar Tanrı’nın ayakları dibine atıyor onun önünde secde kılarak “ Bizler tek isteğimize kavuştuk bunlar sana aittir ya Rab” diyorlardı. Bunlardan şaşkına dönmüştü. Kendisi de farkında olmadan dizleri üzerine çökmüş olanları seyrediyordu. Öyle bir yerdi ki burası ne en uzaktaki kişi uzak ne en yakındaki kişi yakındı. Herkes Tanrı’ya aynı uzaklıkta görülüyordu. İçinde sevinç ve esenlik dalgası büyüdükçe büyüyor tapınmaya hayranlığa ve yücelik vermeye dönüşüyordu. Ağzından farkında olmadan övgü sözleri dökülüyordu.

Birden gözleri tahtın sağında durana çevrildi. İşte orada. Kendisi için ta sonsuzlukta boğazlanan kuzu orada duruyordu. Melekler onun da etrafını çevrelemiş Kuzunun ezgisini söylüyorlardı.

“Boğazlanmış Kuzu, Gücü, Zenginliği, bilgeliği ve kudreti, saygıyı, yüceliği ve övgüyü almaya layıktır.” Diyorlardı.
Kaç gece Kutsal Kitapta elçi Yuhanna’nın onu gördüğü şekilde tarifini gözlerinin önüne getirmiş ve bir gün onu görme hayaliyle yanıp tutuşmuştu. İşte hayallerindekinden daha muhteşem biz manzara karşısındaydı. Giysileri ayağına kadar uzanmış. Göğsüne altın bir kuşak sarınmıştı. Başı ve saçı ak yapağına benzer bir görünüşteydi. Gözleri ise alev alev yanan bir ateş gibi parıldıyordu. Ellerine baktı. İki avucunun tam ortasında çivilerin izleri öylece duruyordu. Ona doğru koştu ve ayaklarına kapandı “Rabbim ve Tanrım” dedi. İsa Mesih ona elini uzattı ve onu adıyla çağırdı. Bu isim dünyada kullandığı isim değildi yepyeni bir isimdi bu ama onu çağırdığını biliyordu. Gözlerini ona doğru kaldırdı. İsa ona sarıldı. Çektiği bütün acılar o anda geçip gitmişti. İsa’nın eline bir şişe vardı “Bak” dedi. “Bu senin çektiğin bütün acılarda döktüğün gözyaşları . İşte hepsini siliyorum.” Böyle diyerek şişedeki gözyaşlarını eline döktü. Döküldüğü anda kayboldu. İşte bütün yaptıklarından sana verdiğimiz ödül dedi. Başına altın bir taç taktılar.
Sevinci binlerce kat artıyordu. Burada sonsuzluk içinde Tanrı’yı övecek ve yüceltecekti. O da diğerleri gibi yaptı. Başındaki tacı çıkarıp Tanrı’nın ayakları dibine attı. “Burada seninleyim Rab” dedi. “Buna ancak sen layıksın” “ Çünkü benim günahlarım için çarmıhta öldün ve dirildin. Bende bunun için yaşıyorum ve işte bu yüzden buradayım. Başka bir şey istemem”.

Sonra başkaları da onun yanına gelerek yeni bir ezgi söylemeye devam başladılar. İçinden bu ne zaman dek sürecek dedi ne zamana dek. Sonunda dudaklarında dökülüverdi “Sonsuza dek, sonsuza dek”…