Re: Protestan Kilise Vaazları

#28512
Anonim
Pasif

İNSANLIK NEREYE?

Peygamber Davud’un Mezmurlar’ını okurken hep şu ayetlere takılıp kalmışımdır;

“Göklerini, ellerinin işlerini, koyduğun ay ve yıldızları görünce dedim: insan nedir ki, sen onu anasın? Ademoğlu nedir ki, sen onu arayasın?”
Mezmur 8:4.

Gerçekten insan nedir ki? Bu denli görkemli bir evrende, sesini bile duymadığımız halde büyük bir ahenkle dönen evrenin dev gezegenleri, güneş sistemleri içinde. Bütün bu dev sistemlerin yanında gözle göremediğimiz, bizim algılayamadığımız mükemmellikteki küçük sistemleri içinde. İnsan nedir ki, sen onu anasın?

İncil’in Yakup bölümünde durumumuz bir kez daha bizlere hatırlatılıyor:

“Dinleyin şimdi, ‘Bugün ya da yarın filan kente gideceğiz, orada bir yıl kalıp ticaret yapacağız ve para kazanacağız’ diyen sizler, yarın ne olacağını bilmiyorsunuz.”

” Yaşamınız nedir ki? Kısa bir süre görünen ve sonra kaybolan bir buğu gibisiniz'”
Yakup 4:13-14.

Sonsuzluk denizi içinde, muhteşem yaratılış evreleri ve görünümleri arasında “Kısa bir süre görünen ve sonra kaybolan bir buğu gibi olmak”; sanki Shakespeare’in meşhur sözünde olduğu gibi “olmak ya da olmamak”. Bu kısa sürede bize sunulan yaşamı Yaradan’a dönerek, kaynaktan emerek ya da kendimize dönerek bir mumun kendisini yiyip bitirmesi gibi kendimizi yiyerek, kendi kendimizi sonsuzluk denizinde boşluğa, Tanrısızlığa, ağlayış ve diş gıcırtısına bırakmak.

İnsanlık nereye gidiyor? insanlık, ‘insan nedir ki, anasın’ fikrinden uzağa, kendi krallığını oluşturmak için, kendi kendine sonsuzluk yaratmak için, kendi kendini yokluğa götürüyor. İnsan çıldırıyor. İnsanlık cennet dünyayı yıkıyor.

Bir hiç uğruna insan, binlerce insanın bir araya gelerek geliştirip gerçekleştiremeyeceği, binlerce hücreden olan, mükemmel bir biçimde işleyen ve bedeninde adeta başka bir evreni daha taşıyan bir insanı öldürebiliyor. Onun duygularını, onun ailesini, onun sevdiklerini, onun anılarını hiç görmeden ve yalnız kendi hislerinin sürüklemesinde, kendi Tanrı’sızlığında kendisini adeta bir Tanrı ilan edercesine karşısındakinin canını alıyor.

Aslında bu, insanın yeni durumu değil. Daha yaratıldığı andan itibaren Tanrı’nın benzeyişinde yaratılan, kendi-sine özgür irade verilen insan, iradesini iradesizlikle değişircesine, yönetme ve var olma ve başkalarını kendi varlığı altında boyun eğdirme uğruna kullanmaya başlıyor. O günden itibaren her şeyin hakimi olan Tanrı’ya bile başkaldıran insan, günah ve ölümle tanışıyor.

Sonrasını zaten hep biliyoruz: İnsanın değişen dünya ve yaşam koşulları içinde değişme göstermeyen içsel tablosu. Tarihin derinliklerinde birbirine kan kusturan insan, binlerce yıl sonra medeniyetin son demlerinde zevkten dört köşe olurken, medeniyetsizliğin dik âlâsını kendi yaşamında sergilemeye devam ediyor. Kin duyarak, kıskanarak, nefret ederek, öç alarak her tür rezilliğe aday olarak. Acaba Roma İmparatorluğunda bir sabah gazetesi çıksaydı hangi haberleri okuyacaktık? Haberler bugünkü çağdaş dünya haberlerinden öz de çok mu farklı olacaktı? Ya Bizans’ta ya Osmanlı İmparatorluğunda, ya diğer imparatorluklarda, krallıklarda, beyliklerde? Acaba insana ilişkin verilen haberler çok mu farklı olacaktı? Kim kimi soydu, kim kimin kuyusunu kazdı, kim kimi öldürdü. Kan, kin ve nefret… Arkasındaki tek hedef, istek… Şuursuzca ben… Ben daha iyi bilirim, ben daha iyi yaparım, daha iyi yönetirim… Benim istediğim, benim görüşüm… O benim fikrimi kabul etmedi… Bu nedenle ölümü hak etti…

Demek ki, boşa konuşmuş atalar: İnsanlar konuşa konuşa hayvanlar koklaşa koklaşa diye… Biz ne yazık ki, ne konuşmayı öğrendik, ne de doğru düzgün koklaşmayı… Biz tek yolu seçtik her gün ama her gün Tanrı’dan uzakta, Tanrı’sal sevginin getirdiği esenlikten uzakta. Hep ben bilirim edasında, en üstün benim, benim düşüncelerim, benim siya-setim, benim inancım diyerek her gün hırlaşmayı…

Davut Peygamberin Mezmurlar’ında şu ayetler ne de güzel anlatıyor bizi:

“Niçin milletler kaynaşıyor, Ve ümmetler boş şey düşünüyor? Dünyanın kralları kalkıyor, ve hükümdarlar RAB’BE karşı ve Mesih’ine karşı birbiri ile öğütleşiyorlar: Onların bağlarını koparalım, ve iplerini kendimizden atalım, diyorlar. Göklerde oturan gülecek; RAB onlarla eğlenecektir…”
Mezmurlar 2: 1-2

Sorular cevaplarını arıyor. İnsanoğlu nedir ki, onu anasın? Yaşamınız nedir ki? Kısa bir süre görünen sonra kaybolan bir buğu… Niçin milletler kaynaşıyor? Ve ümmetler boş şey düşünüyor?

Neden, niçin? Hep insan kendi egemen olsun diye… Ya tanrı’nın egemenliği, O’nun yarattığı yüreklerdeki yeri… Dünyada seçilmişleri için sunduğu, bedende dünyaya gön-derdiği kendi Sözü Mesih İsa… Mesih’in karşılıksız sevgiye, Tanrı’nın sevgisine olan çağrısı. “Yaşam ekmeği benim, Yaşam suyu benim eğer benden içerseniz hiçbir zaman susamazsınız.” Susamazsınız çünkü dünyanın vermediğini Mesih’i yüreğinize alarak alabilirsiniz.

Ya diri su kaynağı Mesih İsa’yı tanımazsak, ya yüreğimize almazsak ne olacak? Her şeyin sahibini dinlemezsek işin sonu şimdi yaşadığımız her şey: şaşkınlık, korku, bezginlik! Sonra hep birden şaşkın şaşkın bakıyoruz.

Dünya nereye gidiyor? Her gün biraz daha kötüye doğru değil mi? Kardeş, zina ile bina artınca kıyamet kopacak derlerdi ya, işte bunlar kıyamet alametleri… Zina ve bina ne zaman artmadı ki! Mısırlılar piramitleri yapmadılar mı? İnka’lılar insanı şaşırtan binalar yapmadılar mı? Roma bin kat daha fazla zina ile insan yaşamına dehşet katmadı mı? İnsan Tanrı’yı bıraktığı günden beri insanlığından sapmadı mı? Ne değişti ve ne değişecek?

Dünya hangi esenliği kendi esenliksizliğinde bulabilecek? Esenlik ancak kaynağından gelir. Sen kaynağı kirletirsen içeceğin temiz su nereden gelir?

Kutsal Kitap sormaya devam ediyor:

“Aranızdaki kavga ve çekişmelerin kaynağı nedir? Bedenlerinizin üyelerinde savaşan tutkularınız değil mi? Bir şey arzu ediyorsunuz, ama elde edemeyince adam öldürüyorsunuz. Kıskanıyorsunuz, isteğinize erişemeyince çekişi-yor ve kavga ediyorsunuz. Elde edemiyorsunuz çünkü Tanrı’dan dilemiyorsunuz. Dilediğiniz zaman da dileğinize kavuşamıyorsunuz. Siz ey vefasızlar dünya ile dostluğun Tanrı’ya düşmanlık olduğunu bilmiyor musunuz?”
Yakup 4:1-4

Sorular ve yanıtlar… Yanıtlar ama bize uyan ya da uymayan yanları olan yanıtlar. Ben beni nasıl terk ederim? Nasıl olur da görmediğim ve sesini duymadığım Tanrı henüz canımı almamışken ona bütün idareyi devrederim?

Sanki insanlığın elinde senet sepet var. Ya şimdi Allah sana sesleniverse, seni yanına alıverse? Bu sorunun yanıtı hep düşüncelerde ama çok derinlerde.

Sen insanlık nereye? Aslında kendi elinde kendi kendine eziyet ede ede uzaklara, yokluğa. Oysa Tanrı ne de güzel yaratmıştı dünyayı, sular herkese yetecek kadar boldu ve temizdi… Yeşil bir başka güzeldi. Sen yurdumun ormanlarını yakan, sen hiç çocuk olmadın mı? Sen ailenle dağlara, bayırlara çıkmadın mı? Hayatın kaynaklarını yok ederken kendini ve sevdiklerini yok ettiğini hiç anlayamadın mı? Ya kırda bayırda, binlerce siyasetten anlamaz, insanın kirliliklerinden uzak kurdun kuşun heyecanını tatmadın mı? Her bülbül şakımasında Yaradan’ın görkemine yazılmış şarkıyı dinlemedin mi?

İnsanlık kendi başına hiç bir yere gitmiyor. İnsanlık sadece kendi kendini yok etmeye gidiyor… Kocaman bir hiçe..

Dünya henüz yerli yerindeyken gelin Tanrı’nın sözüne, Tanrı’nın kaynağındaki o güzel nezih yere… Göksel egemenliğin hakim olduğu yüreklerin oluşturduğu tertemiz insanların erdemine.

Mesih İsa’da dünyaya sunulan Tanrı’ya ait kurtarışa kulak verin. İnsanlık nereye diye sormak yerine, insanlık kurtuluş için nereye gitmeli sorusuna yanıt bulmayı yeğleyin…

Turgay ÜÇAL

http://www.allsaintsmoda.com/