Re: Erken Kilise Tarihi

#28947
Anonim
Pasif

Önlemlere Karşı Bölünmeler

Kilise önderlerinin iyi niyetle yürürlüğe koydukları bu önlemlere karşın ne yazık ki, görüş ayrılıklarından doğan tartışmalar ve bölünmeler devam etmiştir. Çıkan ilk görüş ayrılıklarından biri Paskalya Bayramı ile ilgiliydi. Bazılarına göre bu Yahudilerin Passah Bayramı’nda kutlanması gerekiyordu. Başkaları ise o haftanın ilk gününe yani Pazar gününe almak istiyorlardı. Bu konuyu görüşmek üzere toplanan kilise önderleri genel olarak bugün kullanılan formüle karar verdilerse de Anadolu’da bulunan birçok gözetmenöteki görüşte ısrar etmişlerdir.

Üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda Novatian ve Donatist adlı gruplar da ciddi ayrılıklara neden olmuşlardır. onlara göre kiliseler uygulamalarında fazlasıyla gevşek davranıyorlar ve kutsallaşma konusunda yeterince ciddi ve gayretli değillerdi. Erken kiliseye göre vaftiz insanın önceden işlemiş olduğu bütün günahlarını arıtır ve kişiyi tertemiz kılardı. Dolayısıyla da kişi vaftizden sonra günah işlememelidir diye düşünüyorlardı. Bu sebepten birçok Hıristiyan imparator Konstantin gibi ancak ölüme yakın oldukları sırada vaftiz olmuşlardır. Bir de bazı günahlar vardı ki bağışlanamıyordu. Tertullian’ın putperestlik, küfür, cinayet, zina, cinsel uygunsuzluk, yalancı tanıklık ve hile diye sıraladığı yedi ölümcül günah vardı. Bazıları ise vaftizden sonra bir kereye mahsus bu ölümcül günahlardan biri bağışlanabilirdi. Bu konuda daha esnek ya da daha sert başka gruplarda vardı.

Decian zulmü sırasında Novatian ve Dioklation zulmü sırasında da Donatus isimli kilise önderleri inançlarını işkence sırasında inkar edip daha sonra tövbe edenler konusunda çok katı davranmışlar ve böyle kişileri kiliselerden atmışlardır. Bu iki akım geniş kitleleri arkalarından çekerek ciddi ayrılıklara sebep olmuşlardır. özellikle Kuzey Afrika’da bulunan Donatistler bütün birleşme ve barış çabalarına rağmen evrensel kilise ile bağlantılarını koparmış ve kendilerini tek gerçek kilise olarak ilan etmişlerdir.
Üçlübirliği Anlama Çabaları

Üçlübirlik konusu tarih boyunca kiliseyi meşgul eden bir sırdır. Mesih ve Kutsal Ruh, Baba ile hangi şekilde ve nasıl ilişkidedir? Sır olan başka bir konu da Mesih’in kişiliğiydi. İnsandı ama aynı zamanda da Tanrı’ydı. Tabi ki bu konularda bildikleri benzetmeleri, betimleri ve felsefi görüşleri kullanmaya çalıştılar ama, hiçbiri tam olarak uygun olmuyordu. Bu konularla ilgili birçok soruları vardı ilk kilisenin ve bu sorulara cevap bulmaya çalışırken de kilisede birçok tartışmalar ve ayrılıklar olmuştur. Üçlübirlik tartışmaları Hıristiyan tarihinin yaklaşık ilk 500 yılını kapsamaktadır. Tüm bu tartışmaların sonucunda evrensel kilisenin resmi olarak ifade ettiği ve bugün de Mesih inancına sahip insanların benimsediği görüşler kabul edilmiştir. Bununla birlikte tarihte yaşanan her tartışma yeni bir bölünmeye neden olmuştur. Bazısı bugün bile varlığını sürdürmektedir.

İlk Hıristiyanlara Göre Mesih

Tanrı’nın Oğlu, beklenen Meşiah yani beklenen meshedilmiş kurtarıcıydı. Ona Kyrios yani Rab diye seslenirlerdi. İlk inanan bir kişinin iman etmesi için ifade etmesi gereken tek ikrar “İsa Rab’dir” idi. Kyrios kelimesi Eski Anlaşma’daki Adonai kelimesi ile aynı anlamdadır. İsa Mesih zaman zaman Tanrı’nın bilgeliği olarak da tanımlanmıştır. Sofia yani Hikmet kelimesi de aynı anlama gelmektedir.

İsa Mesih çoğunlukla Tanrı’nın Oğlu olarak nitelendirilmiştir. Pavlus’un mektuplarında İsa Mesih’in, Tanrı olmasına karşın kendini boş kıldığını ve insan benzeyişinde aramızda yaşadığını, her şeyin mirasçısı olduğunu ve aracılığıyla var olan her şeyin yaratıldığını ve Tanrı yüceliğinin parıltısı olduğu da ifade edilmiştir.

Yuhanna Onun Logos olduğunu, Tanrı ile birlikte ve Tanrı olduğunu ifade etmiştir. Tanrı bilimcileri kendi aralarında Yuhanna’nın bu terimi hangi kaynağa dayanarak kullandığı ve dolayısıyla da tam olarak neyi kastettiği konusunda hiç de hem fikir olamamışlardır. Bazıları bunun Helenistik düşünceden geldiği ve Yahudilerin arasında Philo sayesinde yayıldığı düşüncesindeydiler. Ona göre insanın düşüncesinin çok ötesinde olan Tanrı, Logos aracılığıyla yaratmış olduğu dünyayla ilişkisini sürdürmektedir. Bazılarına göre ise Logos Eski Anlaşma’da ifade edilen “Hikmet” ile eş anlamda kullanılmıştır. Üçüncü bir teori ise bu kavramın kökenini Hıristiyan olmayan Suriye ve Anadolu’daki dini görüşlerde görmektedir.

Ama Yuhanna yazısının aslında vurguladığı ve adı geçen bu fikirlerin hepsinden ayrı kaldığı açıklaması, Logos’un beden alması ve bunun Nasıralı İsa’da gerçekleştiği söylemektedir. Yuhanna bazı yerlerde beden almış Logos’u Tanrı’ya tabi gösterirken bazı yerlerde de Oğlu’nun Babası ile yakınlığı ve ikisinin bir olduğu konusuna değinmiştir.

Erken Mesihçiler farklı ifadelerle inandıkları Mesih’in sağladığı eylemleri ve faydaları vurgulamışlardır. İsa ilk ve son kez kendini kurban eden ve güçlü kurtarıcı olarak tanımlanmıştır. Bu ifadelerin yanında sonsuz Kral, Tanrı’nın sözü ve onu ileten peygamber, Alfa ve Omega, başlangıç ve son olarak da tanınmış ve bilinmiştir. Tanrı’nın Mesih’te her şeyi yarattığı gibi Onda birleştirmeyi de tasarladığına inanmışlardır.

Nasıralı İsa’yı Tanrı olarak tanıyorlardı. İsa’nın peygamberlik sözlerini tamamladığını, haç üstünde öldüğünü ve daha sonra da dirildiğini biliyorlardı. Aynı zamanda Yüce görevin kendilerine verildiğini ve Baba, Oğul, Kutsal Ruh adıyla vaftiz edebilme yetkileri olduğunu da biliyorlardı. Pentikost gününü, elçileri ve elçilerin yazdıklarını kabul ediyorlardı. Kilisenin, Mesih İsa’nın ve elçilerin yaptıklarını devam ettirdiklerine inanıyorlardı. Bugün biz Hıristiyan olarak temelde neyi biliyorsak onlarda o gün bunları biliyorlardı. Ama özellikle bazı sapkın öğretişlerin çıkması Hıristiyanlara neye inandıklarını kesin olarak tanımlamaları için meydan okuyordu. Kilise sapkın öğretişlerin çıkması ile İsa’nın kimliği başta olmak üzere birçok konuda doktrin oluşturmak zorunda kalmıştır. Bu sapkın kişiler ilahiyat oluşturmak gibi bir fikirle ortaya çıktılar ve özelikle en önemli sorunları da İsa Mesih’in kimliği konusuydu.

Aslında bu tip olaylar günümüzde de olmaktadır. Özellikle 20.yüzyılda liberal görüşteki bazı gruplar “Kutsal Kitap Tanrı’nın Sözü değildir. Çünkü bu kitapları değişik zamanlarda değişik insanlar yazmışlar ve daha sonra da toparlayıp bir araya getirmişlerdir. Bu yüzden de kesinlikle yanılmazdır ve güvenilirdir diyemeyiz” demişlerdir. Bunun üzerine kilise son yüzyıl içinde Kutsal Kitap’ın Tanrı Sözü olduğunu kanıtlamak için bir sürü kitap yazmıştır. Bunu kanıtlamak için adım adım geriye gitmemiz gerekmektedir. Calvin, Martin Luther, Augustin, Papius, diğer kilise babaları, elçiler… Her dönemde işte bu tarz düşünceler, saldırılar ve suçlamalar kilisenin bir araya gelip buna karşı bir şeyler yapmaya zorlamıştır.

İlk inanlılar inançlarına fikri saldırılar başlayana kadar Mesih ya da inançları hakkında düzenli bir inanç açıklaması yapmaya kalkışmamışlardı. Aslında Yuhanna ve Romalılara mektubunda Pavlus inanç açıklaması olabilecek ifadeler yazmışlardır. Ama genelde ilk inanlılar Mesih’in kendileri için yaptıklarına, Onun şaşılası kişiliği ve sözleri ile ilgilendiler. Daha çok büyük bir heyecan ve sevinçle kendi yaşadıklarını ve inandıklarını ifade etmeye çalıştılar. Ancak bazılarının yazdıkları sözler ve kullandıkları terimler sonraki nesillerce bazen oldukça farklı yorumlanmıştır.

İsa’nın bizim yerimize ölmesi doktrini 12.yüzyıla kadar net bir doktrin halinde açıklanmamıştı. İnsanlar İsa’nın ölüp ölüm üzerinde zafer kazandığı gerçeğini biliyorlardı. Ama bizim günahlarımız yerine öldü kavramı yani kefaret doktrini henüz gelişmemişti.

Ortodoks kilisesi bu fikir üzerinde yoğunlaşmıştı. Doğu ve batı kilisesi birbirinden ayrıldıktan sonra özellikle doğu Ortodoks Kilisesi batı Katolik Kilisesi gibi gelişim gösterememiştir. Batı kilisesi doktrinlerini geliştirip Kutsal Kitap üzerine daha derin araştırmalar yaparken Doğu kilisesi bazı tarih kaynaklı sebeplerden dolayı olduğu yerde kalmıştır. Özellikle 5.yüzyıldan sonra sanki Ortodoks Kilisesi İsa’nın kimliği ve yaptığı iş ile ilgili doktrinler konusunda donmuştur. Tabi ki kilise ritüelleri konusunda değişiklik göstermiştir. Her şeye rağmen Kutsal Ruh kilisesini özellikle Kutsal Kitap’ı anlamak konusunda adım adım yönlendirmeye ve geliştirmeye devam etmiştir. Kilise tarihinde bazı zamanlar Kutsal Kitap’ı öğrenmeye ve bilgiye, bazı zamanlarda ruhsal olayları deneyimsel olarak yaşamaya daha çok önem verilmiştir. Tabi ki bizim bu ikisine de ihtiyacımız vardır. Hem Kutsal Kitap’ı çok iyi çalışmalı hem de bu çalışmayı hayatımızda deneyim etmeye dikkat etmeliyiz.

Sapkın Öğretişlere Karşı

Kilise hem dışardan hem de içerden yapılan saldırılara karşı birçok şey yapmıştır. Öncelikle kendilerini ve inançlarını tanımlamışlardır. Daha sonra Kutsal Kitap sıralaması yapmışlar ve inanç bildirgeleri yazmışlardır. Aslında bu saldırılar kilisenin ayağa kalkmasına neden olmuştur. Kilise de sapkın öğretişlere karşı çalışan Polemikçiler ve Savunmacılar olmak üzere iki grup vardı.

Polemikçiler; kilisenin kendi içinde çıkan doktrinsel sorunlarla ilgilenen kişilerdi. İrenaeus, Origen polemikçilerden bazılarıdır.

Savunmacılar; yani Apolojistler ise daha çok putperest ailelerde doğup daha sonra iman eden ve kiliseye dışardan gelen putperest saldırılarına karşı cevap veren kişilerdi. Bu çok önemli bir ayrımdır. Apoloji özür dilemek değil savunmak anlamına gelmektedir. Melito, Justin, Teofilos savunmacılardan bazılarıdır.

Aslında ilginç olan bir noktada putperest saldırılara karşı çeşitli savunmalar yazmış olan birçok kilise babasının bugün sapkın diyebileceğimiz problemli teolojik öğretileri vardı. İlk kilisede insanlar o zor şartlara rağmen hayatlarını tamamen İsa’ya adadıkları halde bu tür doktrinsel problemler fazlaca görülüyordu. Bunun bir nedeni de doktrinler o günlerde günümüzdeki gibi henüz oluşturulmamıştı ve Kutsal Kitap bütün olarak her yerde herkes tarafından okunamıyordu.

O zaman şu soruyu sorabiliriz: Bu savunmacıların etkileri neydi? Bütün bu savunmacılara baktığımızda kitaplarını ya imparatora ya da ünlü bir kişiye yazdıklarını görüyoruz. Tabi ki elimizde bu kitapları imparatorun okuduğuna dair hiç bir kanıt bulunmamaktadır. Aslında savunmacıların bu yazıları Hıristiyan olmayanlara değil de daha çok kiliseye, içsel olarak kendisini toplamak adına çok faydası olmuştur. Bu savunmalar aracılığı ile kilise kendi sosyal durumunu değerlendirmiş ve teolojilerini geliştirmiştir.

Peki bütün bunları öğrenmek, bugün bize nasıl bir fayda sağlamaktadır? Kiliseye içerden ya da dışardan gelen bu tip saldırılara karşı kilisenin tarihte nasıl savaştığını öğrenmek bizim de günümüzde kiliseye yapılan saldırılara karşı nasıl davranacağımızı bilmek için önemlidir.

Justinus (100-165)

Justin Marter ya da Şehit Justin olarak da bilinen Justinus tarihte bütün babaların babası olarak bilinmektedir. Filistin kökenlidir ve Eski Anlaşma’da adı geçen Şekem’de putperest bir ailede doğmuştur. Ataları Yunanlı göçmenlerdendir. Bu onun Grek geçmişine sahip olmasını ve Platonist bir düşünür olmasını açıklamaktadır.

Justinus, Tanrı ile ilgili gerçeğin peşinde koşan kaygılı dindar bir ruha sahipti. Bu kaygıları yüzünden de büyük filozoflara başvurmuştur. Kentten kente bir çok yolculuk yapmıştır. İkinci yüzyılın başında Samiriye bölgesinden felsefe okumak üzer Efes’e gelmiştir. Derslerine Stoacı bir öğretmenle başlayan Justin kısa bir süre sonra Aristoteles, daha sonra da Pythagorea ve sonunda da Platonist felsefelere geçiş yapmıştır. Platon’un görüşleri ile tatmin olmuşken bir gün, Efes’te Policarp olduğu sanılan yaşlı bir Hıristiyan filozofa rastlaması Justinus’a yeni bir yol açmıştır. Bu gizemli ihtiyardan Eski Anlaşma’daki peygamberler hakkında öğretmiş ve ona şöyle demiştir: Her şeyden önce, aydınlık kapılarının sana açılması için dua et. Çünkü, eğer Allah ve Mesih ona anlamayı bahşetmemişse, kimse göremez ve de anlayamaz. Bunun üzerine, Hıristiyanlığı gerçek felsefe olarak gören Justin hiç tereddüt etmeden Mesih’e iman ettikten sonra da felsefeyi bırakmamıştır. Felsefeyi ve filozofların giysilerini kullanarak Yahudilere ve putperestlere Mesih inancının geçerliliğini anlatmıştır. Nitekim o dönemde böyle bir giysi yetki ve gücün sembolüydü. Bu da daha sonra kilise içinde ruhban sınıfının kullanmaya başladığı giysilere bir geçiş noktası olmuştur. Bu zamana kadar henüz Hıristiyan önderleri kendilerini topluluktan ayıran bir giysi kullanmamışlardı.

Daha sonra Justin Roma’ya yerleşmiş ve orada yaşamıştır. 165 yılında da, imparator Marcus Aurelius zamanında öğrencilerinden altısı ile birlikte tutuklanıp Hıristiyan olduğu için öldürülmüştür. Justin Hıristiyan olduktan sonra özellikle Hıristiyan şehitlerden çok etkilenmiş ve sonunda da kendisi de kafası kesilerek şehit olmuştur. Hatta daha sonra Şehit Justin unvanını almıştır.

Justinus optimist ve çok açık düşünceli bir adamdı. Bu durum ona, felsefe ve akıl düzeyinde her türlü karşılaştırmayı serinkanlılıkla kabul etmek imkanını vermiştir. Justinus tarihsel bir teolojinin temellerini atmıştır. Fakat Justinus’un en kişisel teolojik özelliği, Kutsal Kitap üzerindeki öğretisidir. Justinus’a göre, Kutsal Kitap bilginin kaynağıdır. Fakat Kutsal Kitap aynı zamanda bilginin konusudur. Çünkü Tanrı’yı açıklayan, Kutsal Kitaptır.

Justinus’la birlikte kilise içinde yeni bir görev, laik bir Hıristiyan filozof görevi doğmuştur. Aynı zamanda kilise çağı Justinus’la birlikte başlangıç kilisesinden ayrılır. İlk kilise döneminde Hıristiyanlar daha çok Yahudi kökenliydi. Ama bu dönemle birlikte artık Hıristiyanların büyük bir kısmı putperestlikten gelmeye başlamıştır. Artık Hıristiyanlık Grek-Romen bir dünyadadır.

Justin işte böyle bir dönemde savunmacılık yapmış ve kilise içindeki kesin ayrılıkların olduğu bu dönemde putperestlerin saldırılarına karşı yazmıştır. Bugün elimizde kalan bir tanesi imparator Antoninus Payes’e bir tanesi de Romalı bir senatöre adanmış olan iki kitabı bulunmaktadır. İmparatora adadığı Birinci Apoloji adındaki kitabı Hıristiyanların ve Hıristiyanlığın savunulmasını anlatan bir kitaptır. Tryphon’la Diyalog isimli kitapta ise Efes’te yaşayan bir Hıristiyan’la bir Yahudi arasındaki diyalog aracılığı ile Eski Anlaşma’nın Hıristiyanlık açısından okunması ve İsa’nın Eski Anlaşma peygamberliklerini tamamlayışı anlatılmaktadır.

Bütün bunların yanı sıra 140-150 yıllarında Roma’da Hıristiyan felsefesi öğreten bir okulu kurmuş olan Justin Marter, Hıristiyanlığı putperestlere ve Yahudilere karşı savunmuştur.

Hıristiyan dinini ahlaksızlıkla suçlayanların saldırılarına cevap vermek için Justinus ikinci yüzyılın ortasında, imparator Antoninus’a bir Apologia, yani Hıristiyanlar için bir savunma göndermiştir. Bu savunmasında Gizli hiçbir şeyimiz yok. İşte inancımızı nasıl kutluyoruz. Görünüz demiştir. Böylece bugün bizde bu savunma sayesinde ikinci yüzyıl kilisesinin vaftizi ve Rab’bin Sofrasını nasıl yaptıklarını öğrenebiliyoruz.

İsa’nın Tanrı ile ilişkisi hakkında ikinci ve üçüncü yüzyıllarda birbirinden farklı birçok görüş ortaya çıkmıştır. Aralarında şehit Justin’in de bulunduğu bir grup, Mesih’i Logos olarak tanımlarken Onun ikinci bir Tanrı olduğuna inanmıştır. İsa Mesih’te beden almış Logos, Baba Tanrı’dan çıktığı ve özde aynı olduğu halde Baba’nın varlığını azaltmamış ya da bölmemiştir. Bunu bir mumun başka bir mumu yakmasına benzetmiştir ve Logos’u ışıktan ışık olarak tanımlamıştır.
Justin, özellikle Philo’nun öğrettiği Logos kavramına benzer bir şekilde Tanrı’nın Logos aracılığı ile yarattığı bu dünyayla ilişkide bulunduğuna inanmıştı. Ama öte yandan ünlü Yahudi filozofun görüşlerinden ayrılarak Logos’un insanların kurtuluşu için İsa Mesih’te beden aldığına da inanmıştır.
Justin Marter aynı zamanda Logos’un sonsuzdan beri var olduğuna ve dolayısıyla da sonsuzdan beri öğrettiğine inanıyordu. Logos İsa Mesih bedeninde dünyaya gelmeden önce de hem Eski Anlaşma’daki kişilere hem de felsefecilere öğretmiştir. Hatta Justin’e göre Sokrates İsa gelmeden önce Hıristiyan’dı. Çünkü zaten Sokrates’e Yunan felsefesine göre Logos’u öğreten İsa Mesih’in kendisiydi.

Aslında Justinus da birçok kilise babası gibi teolojik olarak biraz problemli biriydi. Justinus Grek felsefesinden etkilenmiş bir felsefeci olarak Hıristiyanlığı bir anlamda eski yunan felsefesinin tamamlanışı olarak görmüştü. Justin’e göre; önümüzde bir yap boz bulunmakta ve felsefe bu yap bozun bir bölümünü oluşturmaktadır. Hıristiyanlık ise bu yap bozun esasını oluşturmakta ve tamamlamaktadır.

Aristides

Atinalı savunmacı filozof 140’lı yıllarda yaşamıştır. İmparator Antoninus Payes ve Hadrian’a adadığı yazılar yazmıştır.

Atinalı Atenogoras

170’li yıllarda yaşamış olan savunmacı filozof Platonist düşünceden etkilenmiştir. Hıristiyanlar Adına Yakarış isimli bir kitap yazmıştır ve bu kitabı imparator Marcus Aureliusve oğlu Commodus’a adamıştır. Özellikle Hıristiyanlara yapılan ensest ilişkiler, yamyamlık ve ateistlikle ilgili suçlamalara karşı savunmalar yapmıştır.

Sardesli Melito

170’li yıllarda yaşamış olan Melito Sardes’de baş gözetmendi ve o da imparator Marcus Aurelius’a hitaben yazmıştır. Melito tarihte ilk kez Hıristiyanların bugün kullandığı şekliyle Eski Anlaşma sıralamasını yapmıştır. Yahudilerin kullandığı Eski Anlaşma kitaplarını araştırmak için İsrail’e kadar gitmiştir. Bugün kullandığımız Yeni Anlaşma sıralamasını da 4.yüzyılda Atanasyus yapmıştır.

Antakyalı Teofilos

180’li yıllarda yaşamış olan savunmacı Teofilos Antakya baş gözetmeniydi. Atalokos’a Savunma adında bir kitap yazmıştır. Atalokos Teofilos’un eğitimli bir putperest arkadaşıydı. Teofilos bu kitabında, Hıristiyanlığın doğru putperestliğin de yanlış olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Aynı zamanda Hıristiyanlara vatan haini ve düzen bozucu diyenlere karşı yazmış ve Hıristiyanların kanunlara uyan erdemli insanlar olduğunu söylemiştir.
Teofilos Yunan felsefelerine de karşıydı. Özellikle Platon’u suçlamıştı ve Yunan felsefecilerinin bir çok görüşünü Eski Anlaşma’dan aldıklarını savunmuştur.
Antakyalı Teofilos Tanrı’nın mantığı ile hikmetini yaratılışta çalışan iki ele benzetmiştir. Teofilos aynı zamanda Teslis kavramını kullanan ilk teologdur. Ama eller benzetmesinde olduğu gibi teslis kavramında da vurgu çokluktan çok teklikteydi.

Lyonlu İrenaeus (130-200)

Kendisi aslen İzmirliydi ve İzmir bişobu olan Policarp’ın öğrencisiydi. Bir anlamda da Yuhanna’nın da ikinci çağ öğrencisidir. Eğitimini Roma’da tamamlayan İrenaeus daha sonra güney Fransa’ya yerleşmiştir. Eğitimi sayesinde de o dönemde güney Fransa’da süren zulümden kurtulmuştur. Lyon episkoposu Foltenius ise bu zulüm döneminde öldürüldüğü için boşalan episkoposluk makamını İrenaeus almıştır. Onun döneminde henüz Yeni Anlaşma bütün olarak tüm kiliselerde bulunmadığı için İrenaeus Eski Anlaşma’nın tamamını Yeni Anlaşma’nın da bir kısmını tanıyordu.

Gnostikler’e ve Marcion’un iki tanrılı görüşlerine karşı beş ciltlik bir kitap yazmıştır ve kitap günümüze kadar korunabilmiştir. İrenaeus’dan önce yazan kişiler kilisedeki ve Hıristiyanlıktaki sorunlara cevap olarak yazmışlardır. Ama İrenaeus ise diğer kilise babalarına göre çok daha geniş kapsamlı yazmış ve Tanrı’nın bütün insanlık için olan amacını açıklamıştır. Aslında İrenaeus kendisi çok fazla yazı yazmamış, daha çok kendinden önce yazan babaların yazılarını kullanmıştır.
Elçisel İmanın Gösterilişi isimli kitabında kilisedeki öğretişin bir özetini yapmıştır. Gnostikler’e karşı yazdığı kitabında ise tarihi çok geniş bir biçimde anlatmıştır. Gnostikler’in dünyanın kötü bir Tanrı tarafından yaratıldığı, insanların yaratılışının bir kaza olduğu gibi şeylere inandıklarını da bu kitaptan açık bir şekilde öğrenebiliyoruz.

İrenaeus Gnostikler’in bu görüşlerine karşı çoban benzetmesini kullanarak cevap vermiştir. İrenaeus’a göre Tanrı insanlara çobanlık etmek ve onları kendine çekmek için yaratmıştır. Tanrı’nın insanı yaratma amacı insanlarla birlikteliktir. Adem’le Havva’nın Tanrı ile ilişkilerinde çocuklar gibi olduklarını ve büyüyeceklerini, büyüdüklerinde ise meleklerden bile daha yüce varlıklar olacaklarını yazmıştır. İrenaeus’a göre Tanrı’nın amacı insanların ilahileştirilmesi, kutsallaştırılmasıydı. Ama bu ifadeyi insanların Tanrı olacağı anlamında değil, Tanrı’nın karakterine benzer olacağı anlamında kullanmıştır.

İrenaeus, Şeytanın insanların son ulaşacakları amaçlarını kıskandığı için Adem ve Havva’yı kışkırttığını da yazmıştır. Şeytan bunu yaparak kutsallaşma sürecini durdurabileceğini zannetmişti, ancak Tanrı insanlarına çobanlık etmeye devam etmiştir. İrenaeus Tanrı’nın sadece yılanı ve yeri lanetlediğini, ama insanı sadece cezalandırdığını ve lanetlemediğini de yazmıştır. İrenaeus’un Vaftiz ve Rabbin Sofrası ile ilgili öğretişleri vardır. Mesih’e iman eden insanların vaftiz yoluyla İsa Mesih’e katıldıklarını ve Rabbin Sofrası aracılığıyla da ruhsal olarak beslendiklerini söylemiştir.

Aynı zamanda bu kitaplarda Tanrı’nın bütünlüğü ve tekliği konularını da anlatmış ve İsa Mesih’i ikinci Adem, insan olmuş Logos, Tanrı’nın Oğlu, Tanrı’nın aklı ve hatta Tanrı’nın kendisi olarak tanıtmıştır. Gnostikler’in öğrettikleri İsa ise sadece bir hayaletti. Marcion’un öğrettiği dualistik görüşlerin karşısında ise, İsa Mesih’i hem tam Tanrı hem de tam insan olarak öğretmiştir. Hatta İsa Mesih’te Tanrı’nın ta kendisinin insanların günahları uğruna acı çektiğini ve aynı zamanda İsa’nın yaşamının her aşamasında Tanrı’nın insanlık için planını tam tamına yerine getirerek insanın kusursuz temsilcisi olduğunu da öğretmiştir. Hatta İrenaeus İsa’nın günahlar için ölmesi gerekmeseydi bile Tanrı’nın yine de dünyaya geleceğini söylemiştir.

İrenaeus’un görüşleri Monarkianizm ile aynı olmasa da bazı fikirleri yakın olduğu için bu akımın yayılmasını hızlandırmıştır. İrenaeus, Antakyalı Teofilos’un dilini kullanarak Tanrı’nın mantığı ile hikmetini yaratılışta birlikte çalışan iki ele benzetmiştir. Bu ellerden birinin Kutsal Kitap diğerinin de Kutsal Ruh olduğunu söylemiştir.






Minik Feliks

230’lu yıllarda yaşamıştır. Kesin olarak bilinmese de Kuzey Afrikalı olduğu düşünülmektedir. Latince olarak yazdığı Oktavyus isimli kitabında putperestlikle Hıristiyanlığı bir diyalog şeklinde karşılaştırmış ve putperestliğe karşı Hıristiyanlığın üstünlüğünü ifade etmiştir.

Tertullian (160-225)

Putperest bir ailenin çocuğu olan Kuzey Afrikalı olan Tertullian özellikle tarih ve felsefe konularında iyi eğitim almış, iyi bir konuşmacıydı. Grekçe’yi de çok iyi bilen düşünür Roma’da hukukçu olarak ün salmıştı. Erken orta yaşlarındayken Roma’da Mesih’e iman edip vaftiz olmuş ve kısa bir süre sonra da ihtiyar olarak kilisede hizmet etmeye başlamıştır. Daha sonra tekrar 2.yüzyılda Roma’dan sonra ikinci büyük şehir olan Kartaca’ya dönen ve orada yaşamının büyük kısmını, geçiren tanrıbilimci zamanının çoğunu Latince kitaplar yazarak geçirmiştir. Tertullian iman savunucuları arasında anahtar isimlerden birdir. Aynı zamanda Marcion’un görüşlerini çürütecek ikna edici yazılar da kaleme almıştır. Hıristiyanlığı eziyet ve suçlamalara karşı savunduğu Apoloji isimli kitabında özellikle geliştirmiş olduğu Üçlübirlik doktrinini anlatmıştır. Praksiyas’a Karşı adındaki kitabında ise Modalizm’e karşı yazmıştır.

Tertullian bir hukukçu gibi düşündüğü için kilise dışındaki sapkın öğretişlerin kendi öğretişlerini açıklamak için Kutsal Kitap’ı kullanamayacaklarını söylemiştir. Çünkü Kutsal Kitap kiliseye aittir ve bu tür kişilerin Kutsal Kitap üzerinde herhangi bir yorum yapmaya ya da istedikleri gibi kullanmaya hakları yoktu.

Yasal kafa yapısıyla parlak bir avukata benzeyen, mantıklı sonuçlar çıkarmakta yetenekli olan Tertullian pek hoşgörülü bir adam değildi. Bir Mesih inanlısının putperest bir toplumda nasıl yaşaması gerektiği konusunda katı kuralları vardı. Tertullian’a göre bir Hıristiyan toplu gösterilere katılmamalı, orduda hizmet etmemeli, okullar ya da sivil örgütlerde, hatta putperestliğe dolaylı da olsa hizmet eden bir meslek dalında bile çalışmamalıydı.

Bir çoğunluğa karşı küçük bir grubu savunup onları temsil etmeyi çok seviyordu. Belki de katı kuralları olan ve peygamberliği de savunan Montanistler’i bu yüzden savunmuştu. Tertullian üçüncü yüzyılda Montanist olmuş ve ayrıca evrensel kiliseyi fazlasıyla kurumsallaştırılmış, ruhtan yoksun ve özellikle de ahlaki konularda ödün vermekle suçlamıştır.

Aslında Tertullian’ın Montanist olması ilk kilisede bu akımın ne kadar etkin olduğunu göstermektedir. Tertullian’ın Montanizm’e bu kadar ilgi duymasının nedeni kendi bedensel savaşı yüzünden Montanizm’in daha çok Yasa’yla ilgili ve özellikle de sert bedensel öğretişlerinden etkilenmiş olmasıdır. Ama tabi ki Montanist olmak Tertullian’ın bedenle olan savaşını sona erdirmemiştir. Hatta yaşadığı bu savaş yüzünden hayatının sonuna doğru kilisenin dışında kalmış ve Montanistler’in öğretişlerini de beğenmemiş kendi akımını oluşturmak zorunda kalmıştır.

Tertullian’ın en büyük sorunu lütfü anlayamamış olmasıydı. Bizler de bugün zaman zaman özellikle günaha düştüğümüz zamanlardan sonra suni bir değişiklik arıyoruz. Ama Romalılar kitabı bizim İsa Mesih’te suçsuz günahkarlar olduğumuzu yazmaktadır. Bizler İsa Mesih’te kutsallarız ve özgürüz. Yapabileceğimiz hiçbir şey ya da hiçbir suni, kuralcı bir din bizi özgür kılmaz. Hatta daha çok bağlar. Tertullian’a ve bu şekilde düşünen insanlara verilecek cevap kendine değil de İsa Mesih’e daha fazla güvenmesi gerektiğidir.

Son yıllarını kilisenin dışında geçirdiği halde sonraki nesiller onun Üçlübirlik ve Mesih’in kişiliği konusunda yazdıklarından çok faydalanmışlardır. Tertulyan daha 2.yüzyılın başlarında Üçlübirliği formüle etmiş ve bu sayede de bu kadar erken bir çağda kilise tarihinde bu kadar önemli bir yere gelmiştir. Tek bir özde üç kişilik Tertullian’ın Üçlübirlik formülüdür ve daha sonraki nesiller özellikle inanç bildirgelerinin yazılışında Tertullian’ın bu formülünü kullanılmıştır.

Tertullian karşı çıktığı Monarkianistler gibi Tanrı’nın mutlak ve tek egemenliğine inanmış ve Tanrı’nın tekliğini tanımlamak için Latince’deki substantia kelimesini kullanmıştır. Yasal bir terim olan substantia kelimesi bir kişinin toplumdaki statüsünü, sahip olduğu yeri, saygınlığını ya da makamını anlatıyordu. Tertullian Tanrı’yı statüsünde tek görüyor. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’u anlatırken onları üç persone ya da kişilik olarak tarif ediyordu. Tertullian’ın anlatmaya çalıştığı Tanrı statü bakımından birdi, ama bu birliği bir üçlükte dağıtmıştı.

Yine Tertullian’a göre dünya yaratılmadan önce Tanrı yalnızdı. Ama Tanrı gerçekçi olduğu için kendisinde daima akıl ve mantık vardı. Bu mantık da Logos’tu. Logos Tanrı’nın kendi düşüncesiydi. Düşünce kendini Söz’de açıklıyor, Söz de Tanrı’nın mantığından oluşuyordu. Tertullian’a göre bu mantık da Kutsal Kitap’ta Hikmet diye tanımlanıyordu ve bu Hikmet de Tanrı’nın Oğlu’ydu. Ama mantığın kendini Söz’de açıklamadığı yani Oğul’un olmadığı bir zaman vardı. Tertullian’ın bu açıklaması sonraki nesiller arasında şiddetli tartışmalar yaratacak önemli bir noktadır.

Tertullian İsa’da Tanrısal ve insansal özelliklerin karışmadığını da öğretmiştir. Altın ve gümüş karışabilir ve sonuçta elektrum diye başka bir metal elde edilir. Aynı durum İsa’da da gerçekleşmiş olsaydı, o zaman ne insan ne de Tanrı olan üçüncü bir varlık olması gerekirdi. Ama İsa, ne insan, ne Tanrı, ne de başka bir varlıktı. İsa hem Tanrı hem de insandı. İsa Mesih’te tek bir -persone- kişi, ama iki –substantia- makam ya da doğa bulunuyordu. Kartacalı parlak konuşmacı Tertullian yazdıklarıyla inanç açıklamalarına da birçok katkı sağlamıştır.

İskenderiyeli Klement (150-215)

Kilise tarihinde Büyük İskenderiyeli diye ün yapmış iki parlak zekadan biri Origen diğeri Klement’tir. İkisi de birbirini takip ederek İskenderiye’deki Hıristiyan düşünce okulunun başında yer almışlardır.

Klement’in doğduğu yer kesin olarak bilinmese de Atina’da doğmuş olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü İskenderiye’ye sonradan göç etmiş olduğu bilinmektedir. Pagan bir ailede yetişmiş olduğu kesin olarak bilinse de ne zaman Hıristiyan olduğu da bilinmemektedir. Helenistik kültür ve düşünce yapısı onun daha rahat düşünebileceği bir ortam oluşturmuştur. Farklı felsefe ekollerinin içinde bulunduğu halde özellikle Platon’dan etkilenmiştir. Klement Tanrı’nın İsrail’e Eski Anlaşma’yı, Greklere ise felsefe anlaşmasını verdiğine inanmıştır. Diğer bazı kilise babalarının da söylediği gibi Grek felsefecilerin felsefelerini Tanrı’nın kendisinden aldığını da söylemiştir

Hıristiyan olmadan önce ya da sonra Roma imparatorluğunun doğusuna birçok seyahatler yapmış ve elçilerin öğretileri hakkında kendisine bilgi verebilecek olanları aramıştır. Bu gezileri sırasında özellikle İskenderiye Hıristiyan düşünce okulunun o günkü önderi Pantaenus, Klement’i çok etkilemiştir. Daha sonra da zaten kendisi bu okulun önderi olmuş ve birçok kitaplar yazmıştır. Hakkındaki bilgilerin birçoğunu da bu eserlere borçluyuz

Belki de Severus’un zulmünden dolayı 203’ten önce İskenderiye’yi terk etmiş olduğu tahmin edilmektedir. Daha sonra da kutsanmış presbiteros namıyla Yeruşalim ve Antakya’da hizmet ettiği bilinmektedir. Dönemin Yeruşalim gözetmeni övgü dolu sözlerle Klement’in kiliseyi güçlendirip geliştirdiğini anlatmıştır.

Klement’e göre Grek felsefesi Müjde için Tanrı’nın kullandığı bir hazırlıktı ve Tanrı her iyi şeyin kaynağı olduğuna göre felsefenin de, Kutsal Yazılar’ın da kaynağıydı. Hatta Grek filozofların Logos’tan esin aldıklarını ve Musa’dan çok şey öğrendiklerini söylemiştir. İsa Logos’tur, Kutsal Tanrı ve Sözü’dür ve her zaman vardı. O insanlığın rehberi ve her Hıristiyan’ın gerçek eğiticisidir

Klement ayrıca Logos’un insanlığı kurtarmak için kanını döktüğüne de inanıyordu ama, öte yandan onun gerçek insan yönüne pek değinmiyordu. Sadece öyle görünmeyi seçtiği için Logos’un aramızda bir insan olarak yaşadığını söylemişti

Klement eğitilmiş bir insanın Mesih’e iman etmesinin mümkün olduğunu, fakat Mesih inancında açıklanmış olanları eğitim görmeden kavramanın imkansız olduğunu savunmuştur. Klement’e göre Tanrı’nın Sözü hem felsefe, hem peygamberler hem de beden alan İsa ile açıklanmıştır. Bu yüzden Klement daha elit bir düşünceye sahipti. Sadece imanla gerçeğe ulaşamayacağını onun ötesine gitmemiz gerektiğini savunmuştur

Bu bugün bizim için bir sorun yaratabilir. Çünkü bizler Doğrular imanla yaşayacaktır sözüne inanıyoruz. Eğitimin önemli olduğunu bildiğimiz gibi herhangi bir kişinin Kutsal Kitap’ı okuyup gerçeği anlayabileceğine inanıyoruz

Klement kendilerini Gnostik diye adlandıranları reddetmiş ve Gnostikler’e Hıristiyanların gerçek bilgiye sahip olduklarını söylemiştir. Klement’e göre temel iman Hıristiyanları bir çocuk gibi yönlendirmekte, bir Gnostiğe ise ayetlerin içindeki bilgiyi bulmaya çalışırken iman yetmemektedir. İman bizi çocuk gibi yönlendirmektedir, ama iman ettikten sonra da bunun ötesine gidebilmek için de Yasa’dan geçip felsefe öğrenmek gerekmektedir. İşte ancak o zaman gerçek bilgiye sahip olacaksınız demiştir Klement. Bu alegori bilgisi olmadan Tanrı’yı tam olarak tanıyamayacağımızı vurgulamıştır. Fakat gerçek bir Gnostik Hıristiyan olunabileceğini ileri sürmüştür. Kişinin buna iman yoluyla ulaşabileceğini ve bu sayede de Tanrı’nın karakterini taklit etmeye başlayabileceğini söylemiştir