Re: Erken Kilise Tarihi

#28943
Anonim
Pasif

Özlenen Birlik Yerine Bölünmeler

Başka hiçbir inanç ve dini sistem şartsız sevgi ve kabullenme konusunda Mesih inancı kadar üstün bir ideale sahip değildir. Ama aynı zamanda başka hiçbir inançta izleyicileri arasında bu kadar çok bölünmelere ve tatsız tartışmalara tanık olunmamıştır. Bunun sebebi Müjde’nin özünden kaynaklanmaktadır. Müjde’de inansın doğası ve Tanrı’nın üstün amacı açıklanmıştır. Tanrı suretinde yaratılmış insan Mesih’te kusursuz bir şekilde açıklanan sevgiyi yansıtmalıdır. Bu Mesih inancının odak noktasıdır. Tüm Kutsal Yasa’nın toplamı sevgidir.

Matta 22:37-40 İsa ona şu karşılığı verdi: “‘Tanrın Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin.’ 38 İşte ilk ve en önemli buyruk budur. 39 İlkine benzeyen ikinci buyruk da şudur: ‘Komşunu kendin gibi seveceksin.’ 40 Kutsal Yasa’nın tümü ve peygamberlerin sözleri bu iki buyruğa dayanır.”

İsa öğrencileriyle geçirdiği son akşam yemeğinde de bunu vurgulamıştır.

Yuhanna 17:22 Bana verdiğin yüceliği onlara verdim. Öyle ki, bizim bir olduğumuz gibi bir olsunlar.

İsa Tanrı’nın Mesih’te istediği yüce amacıda şöyle ifade etmektedir.

Yuhanna 13:34-35 Size yeni bir buyruk veriyorum: Birbirinizi sevin. Sizi sevdiğim gibi siz de birbirinizi sevin. 35 Birbirinize sevginiz olursa, herkes bununla benim öğrencilerim olduğunuzu anlayacaktır.

Aynı zamanda Müjde günahın gerçekliğini ve Tanrı’nın insana bağışladığı özgür iradenin bozulmuşluğunu da açıklamaktadır. Mesih’in hak edilemeyen sevgisinin karşısında kışkırtılmış günahın çirkin yüzünü dramatik ve trajik bir şekilde Mesih’in çarmıha gerilişinde görebiliriz. Ama Tanrı bu korkunç olayı, ardından gelen dirilişle iman eden insanın kurtulması için tasarlamıştır. Kutsal Ruh’un etkinliği ile Mesih’te yeni bir insan yaratılmış ve o yeni yaratık yenilenmiş yaşamıyla yeni bir topluluğa alınmıştır. Evrensel Kilise dediğimiz bu yenilenmiş yaratılmışlardan oluşan topluluğa katılan her bir kurtulmuş birey henüz günahın etkisinden kurtulmamıştır. Bu yüzden de Mesih İsa’da aldığı üstün çağrıya yakışır bir yaşam sürdürme konusunda zorlanmaktadır. İnanlıların çok önceden söyledikleri gibi kilise henüz yoldadır (in via) ama vatan (in patria) da değildir. Mesih’e iman edenler topluluğu hala yoldadır ve henüz ait olduğu vatanına ve amacına kavuşmamıştır tarihi tamamlayacak olan göksel yargıç gelmeden ve Mesih izleyicilerine kurtuluşun bu son aşamasını sağlamadan kilise bu yolda ilerlemeye de devam edecektir.

Ama Mesih inanlıları her zaman Tanrı’nın gösterdiği bu mükemmele, bu üstün hedefe doğru yol almak yerine ona ulaşmayı düşlediler. Bunu başarabilmek için tüm inanlılar için geçerli olacak tek bir düzen kurmaya, herkesçe bilinecek ve hem fikir olunacak sözlü inanç bildirgeleri yazmaya, inanlıların yaşamını Müjde’ye uygun bir disipline göre değerlendirmeye ve tapınmanın geçerli bir ölçeğini kurmaya çalıştılar. Ama ne yazık ki inanlılar kendi benliklerinden ve günahtan dolayı birlik için ortaya atılan her eylem yeni bir bölünmeye ve kavgaya neden olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. İlk kavga aslında birliğin sembolü olan Rab’bin Sofrası konusunda olmuştur ve böylece beraberlik yerine ayrılığın bir sembolü olmuştur.

İlk Ayrılıklar

Genç kilisenin karşılaştığı ilk tartışma doğal olarak Yahudi inancı ile ilgiliydi. Mesih inancı sadece çok sayıda Yahudi tarikatından bir tanesi miydi yoksa ayrı bir inanç mıydı? Yahudiliğin bir tarikatıysa o zaman çeşitli milletlerden gelen bu inanlılar Tanrı’nın anlaşma yaptığı bu gruba dahil olduklarını göstermek için sünnet olmalı ve Yasa’yı tutmalıydılar. Elçilerin İşleri ve Pavlus’un mektuplarında bu konularla ilgili bazı sert tartışmaları görebiliriz.

Pavlus Rab’den aldığı Müjde’ye dayanarak insanın herhangi bir iyi iş ya da sevapla kurtulamayacağını sadece Mesih’te sağlanan lütufla ve imanla kurtulabileceğini söylemiştir.

İlk imanlılar arasındaki ilk sorun bu şekilde çıkmıştı. Ama Pavlus ve Barnaba bu konuyu görüşmek üzere Yeruşalim’e gittiler. İki müjdecinin görüşleri orada destek buldu. Bununla birlikte birçok Yahudi Mesih inanlısı yer yer geleneksel uygulamaları sürdürmeye devam etmişlerdir. Ama 66 yılında Yahudilerin Roma’ya karşı başlattıkları özgürlük savaşı çıkınca topluluk Yerşalim’i terk etmiş ve Erden nehri doğusuna Ürdün krallığına göç edip bir süre orada yaşamışlardır. Bu Yahudi kökenli Hıristiyanlar daha sonra iki gruba ayrılmışlardır:

  • Ebiyoncular: Adlarını fakirler anlamına gelen İbranice bir sözcükten türetmişlerdir. Bu grup, İsa’yı büyük bir peygamber ve Mesih olarak kabul ediyor, fakat Tanrı’nın Oğlu olduğuna iman etmiyorlardı. Bu nedenle de Pavlus’tan hoşlanmadılar. Çünkü Pavlus, Yasa’yı tutmakla değil, ancak Tanrı Oğlu’na imanla ve lütufla kurtulabileceklerini söylüyordu. Hatta aralarında bazıları bakire doğuşu kabul ettiği halde çoğu İsa’nın Meryem ile Yusuf’un doğal oğulları ve vaftizde Mesih ona bir güvercin olarak indiğini savunuyorlardı. Ayrıca İsa’nın bilinmeyen Baba’yı duyurduğuna inandılar. Ebiyoncular Mesih’in asla acı çekemeyeceğini dolayısıyla da İsa çarmıha gerilmeden ve dirilmeden önce ondan ayrıldığını da öğrettiler. Öğretilerine göre insan kurtuluşunu iyi işleriyle ve dinsel eylemleri ile kazanabiliyordu. Çok tutucu ve katıydılar. Pavlus’u yasadan ayrılan biri olarak ret ettiler ve toplantılarında Matta’nın bir İbranice versiyonunu okuyorlardı. Ebiyoncular Ürdün’ün doğusuna, hatta Arap Yarımadası’na kadar gitmişler ve birkaç yüzyıl boyunca kendi kimliklerini koruyabilmişledir. Bazılarına göre, peygamber Muhammed’in rastladığı Hıristiyanlar Ebiyonlar’dır. Bu da Muhammed’in gerçek bir Hıristiyan’la karşılaşmadığı ve İsa ile ilgili doğru bilgiler öğrenmediği anlamına gelmektedir.

  • Nasıralılar: Bu grup İsa’ya Tanrı Oğlu olarak iman etmiş, fakat Yahudi kimliklerine sadık kalmışlardır. Bugünkü Mesihçi Yahudiler Nasıralılar’a çok benzemektedirler. Bu grup aynı zamanda Pavlus’un öğretişlerini ve lütufla kurtuluşu da kabul etmişlerdir. Nasıralılar Ürdün’ün doğusuna yerleşip bir süre ayakta kalabilmişlerdir. Hatta bu gruptan bugüne kadar bile Irak’ta kalmış Hıristiyanlar olduğu söylenmektedir.


Bugün Irak’ta Asurlu Hıristiyanlar ve Kildani Hıristiyanları olmak üzere iki grup Hıristiyan bulunmaktadır. Bunların Aziz Thomas veya Nasıralılar’dan geldiği düşünülmektedir.

Doğu ve Batı Kilisenin Ayrılığı ve Farklılıkları

Zamanla doğudaki kiliseler eski yönetim şekline devam etmişledir. Birbirlerine yetkisel olarak değil de ruhsal anlamda bağlıydılar, ama bağ eskisi kadar kuvvetli değildi. Antakya Yeruşalim, Suriye, Ermeni bütün bu patrikliklerin hepsinin kendi yönetimleri vardı. Ama ruhsal olarak İstanbul önderlik ediyordu. Ancak daha öncede söylediğimiz gibi bu önderlik batıdaki Papalık gibi en tepedeki önderlik gibi değildi. İstanbul zamanla büyüdükçe doğu patrikliğinin gücü de tabi ki arttı. Bir de patrikliğin imparatorla olan yakınlığı sonucunda politik bir gücü de sahip olan patriklik daha da güçlendi. Ancak yine de bütün bunlara rağmen hiçbir zaman Papalık gibi kendisini İsa’nın dünyadaki temsilcisi olarak görüp tek güç olmayı istemedi ve olmadı. Aynı zamanda doğu patrikliği batı patrikliğinin eşitler arasındaki ilk olma özelliğini kabul ediyordu. Kabul etmediği diğer kiliseler üzerinde kendisini önder olarak yetkili görmesidir.

Peki doğu Autocephalous şeklindeki yönetim şeklini neden devam ettirmiştir de batı kilisesi piramit şeklindeki yönetim şeklini seçmiştir? Bunun sebeplerinden birisi doğu ve batıdaki manastır sistemlerinin birbirinden farklı olmasıdır.

Doğudaki manastır sisteminde keşişler normal hayatı bırakıp ayrı bir yerde yaşıyorlardı. Toplum içinde ya da topluluk olarak yaşamıyorlardı. Daha çok mağaralarda, ormanda ya da çölde yalnız olarak yaşıyorlardı. Sadece bazen belli zamanlarda bir araya geliyorlar ya da topluma karışıyorlardı.

Batıda ise çoğunlukla tam tersiydi. Manastırlarda topluluk olarak yaşıyorlar. Ama belli zamanlarda ya da ibadetlerde birbirlerinden ayrılıyorlardı. Hatta bazıları belli bir süre manastırda yaşadıktan sonra kendi topluluklardan çıkıp toplumun içinde yaşıyorlardı. İnsanlara yardım ediyorlar ya da çalışarak ihtiyaçlarını karşılayıp ihtiyaçta olan insanlara hizmet ediyorlar ya da Müjde’yi duyuruyorlardı. Toplum içinde bu hizmetleri yapabilmek için de Papadan resmi olarak izin alıyorlardı. Hizmetlerine devam ederken de Papaya sadakatlerini gösterip rapor veriyorlardı. Özellikle başka ülkelere Müjde yolculuklarına çıktıklarında oradaki kurdukları kiliselerin de döndüklerinde papalığa sadakatlerini ve bağlılıklarını gösteriyorlardı. Böylece yeni kurulan kiliseler de Papalığa bağlanıyor ve Papalık piramidi altına giriyorlardı. Önceki dönemlerde Britanya’daki kilise bu piramit altında değildi, ama daha sonra o da Papalığa bağlanmıştır. Böylece Papalığın yetkisi doruğa ulaşmıştır. Hatta bu o kadar abartılmıştır ki 19.yüzyıla kadar Papalığın yanılmaz olduğu söylenmiştir.

Helenizm

Hıristiyanlığın Yahudi inancından ayrı tutulması ve Yahudi inancı tarafından yutulma tehlikesi azaldıktan sonra Müjde’nin mesajını olumsuz yönden etkileyecek yeni tehlikeler ortaya çıkmıştır. Henüz çok genç olan Hıristiyan topluluğu Grek dünyasında yeni tehditlerle karşılamıştır. Bu tehlikeler çoktanrılı sistemden ya da etik kuralları hiç sayan bir yaşam biçiminden değil daha çok Helen felsefesinden kaynaklanmıştır. Onlara göre gerçeğe giden tek yol felsefeden geçiyordu. Her şeyi Grek felsefesinin yöntemleri ile algılamak ve onun tanımladığı kategorilere yerleştirip ifade etmek istiyorlardı. Tabi ki bu da Müjde’nin felsefesini zarara uğratıyordu.

Başka bir tehlike ise ruh ile madde arasında yapılan keskin ayrılıkta bulunuyordu. Aslında bu fikir Grek kültlerinden önce doğu kültlerinde de görülmektedir. Mısır, Suriye, Anadolu ve İran’dan çıkma birbirine benzeyen bu kültler ölmüş ve dirilmiş bir kurtarıcı tanrı ile bağlantılıydı. Çoğu Diyonisos veya bir diğer ismi Bacchus etrafında kurulmuştur.

Bu mitolojik öyküye göre Zeus ile Persefone’nin oğlu Zagreus bir boğa biçiminde doğmuştur ve tüm dünyaya hakim olacaktır. Bunun üzerine Zagreus’u kıskanan Titanlar onu paramparça edip yemişler. Ancak Athena Zagreus’un kalbini kurtarmış ve Zeus onu yutmuş. Sonra Semele Zeus’a Diyonisos’u doğurmuş. Ama daha sonra anlaşılmış ki Diyonisos bir zamanlar boğa olarak doğmuş olan Zagreus’un reankarnasyonuymuş. Zagreus dünyaya yeniden Diyonisos olarak gelmiştir. Boğa verimliliğin sembolü olmakla beraber Diyonisos ya da diğer adıyla Bacchus şarap, hayvan ve her türlü sebzenin tanrısı oluvermiştir.

Bu tanrıya tapınanlar ibadetlerinde bol bol şarap içerler ve tanrıların yaşamına paydaş olmak için yeni kesilmiş bir boğanın kanlı etinden yerlermiş. İnançlarına göre Diyonisos’un ruhunun kendi ruhlarına sahip çıkması için ibadetin sonunda da hızlı hızlı dans edip kendilerinden geçerlermiş.

Bazı gizemli kült tarikatları ise Orfeus adıyla bağlantılıydı. Orfeus kökenli tarikatların özünde yine Diyonisos mitolojisi bulunuyorsa da bunlar etiksel yönden daha kaliteli ve kontrollüdür. Onlara göre madde ve beden kötüydü. İnsan ruhunun bu bağlardan özgür edilmesi gerekiyordu. İnsanın tekrar ve tekrar doğduğuna ve bu şekilde de beden hapishanesinden özgür olduğuna inanıyorlardı. Ancak maddesel bağlardan ayrılmayı başaran ruh sonsuza kadar süren bir mutluluk yaşayabilirdi. Özlenen bu özgürlüğe temizlik ve aşırı sıkı bir disiplinle erişebileceklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden de bu tarikata mensup olmak isteyen kişiler giriş töreninde önce çiğ et yerler daha sonra da bir daha hayatları boyunca hiç et yemeyerek kendilerini kirlenmeden uzak tutabileceklerine inanırlardı.

Platonizm ve Neoplatonizm aracılığı ile Orfeus inançları Grek dünyasına o kadar girmiştir ki çoğu zaman Mesih inanlısı olmuş Greklerin düşüncelerinde etkin olmaya devam ederek kiliseleri etkilemiştir. Mesih’in öğretisine ters düşen bu tutumlar her tür et ve maddenin kötü, ruhun ise iyi olduğunu savunuyorlardı. Bunun için her insanın ulaşmaya çalışması gereken hedef, ruhu bedensel kirlenmeden kurtarmasıydı. Bu görüşler Hıristiyan tarihi boyunca tekrar tekrar eziyetçi akımlar ve mistik çevrelerde etkili olmaya devam etmiştir. Hatta en adanmış Mesih inanlıları ve etkin iman savunucuları bile bu görüşlerden etkilenmiştir.

Gnostizm

2.yüzyıldaki en önemli sapkın grup İsa’nın Tanrılığını inkar eden Gnostikler’dir. “Agnostik” bilmek imkansız anlamına gelmektedir ve Gnostik’den farklıdır. Gnostizm I. ve II. yüzyıllarda ortaya çıkmış gizemsel-dinsel felsefesel bir tarikattır. Tinsel gizler bilimi ya da bilgi anlamındaki Yunanca ‘gnosis’ sözcüğünden adını almış olan bu akım birinci yüzyılda sadece kısmen belli oldu. Daha sonraları ise geniş taraftar kitlelerine ulaştı. Hatta başka akımlara da temel oldu. günümüzde bile etkilerini görmek mümkündür. Putperest Gnostikler de vardı. Bazılarında Dualizim’den, farklı Yunan düşünce ya da Suriye kaynaklı görüşlerden, Mezopotamya astrolojisi ve Mısır inançlarından oluşan bir görüş karması vardı. Bugün hala Gnostik düşünceyi dünyada görebiliriz. Özellikle günümüzün popüler akımı ‘New Age’ ve Hinduizm, Budizm, Zen gibi doğu dinleri Gnostizm’e benzemektedir. Bütün bu karmaşanın içine bir de Hıristiyanlığın bazı öğretileri katılınca daha geniş bir kitlenin ilgisini çekmiştir. Gnostik düşüncenin ilk takipçisinin Elçilerin İşleri 8:9-24 ayetlerinde adı geçen Büyücü Simun olduğu düşünülmektedir.

Elçilerin İşleri 8:9 Ne var ki, kentte bir süreden beri büyücülük yapan ve Samiriye halkını şaşkına çeviren Simun adlı biri vardı. Simun, büyük adam olduğunu iddia ediyordu.

İskenderiyeli Basilides ve Roma’da öğretmenlik yapan ünlü Valentinus da bu erken dönem isimlerin arasındadır. Gnostikler’in arasında kilisenin ortodoks görüşlerine en yakın olan Valentinus Kutsal Yazılar’ı değerlendirirken alegorik yorumlama yöntemini reddetmemiş ama, onarlı farklı gruplara ayırmıştır. Valentinus’a göre esinlenmiş parçalar, insanın katı yüreğinden, Musa tarafından değiştirilmiş bölümler ve Yahudi ihtiyarları tarafından eklenmiş yetkisiz parçalar vardı. Daha sonraları ise en tanınmış Gnostik Marcion’dur. Bu felsefe, Antikçağ Yunan felsefesini ve özellikle Platonculuğu, ilk çağın gizemsel dinlerini, Yahudiliği ve Hıristiyanlığı karıştırarak yeniden şekillendirmiştir. Dilimizde ‘Bilinirciler’ olarak da tanınan Gnostikler gizemci tarikat adamlarıdır ve tüm dinleri yaratıcı gücün sağlanmasında yetersiz bulurlar. Gnostikler için yaratıcı güç ya da kendiliğinden var olan bilgi ya da Tanrı dinsel bilgilerin çok üstündedir. Bu nedenle sadece anlık tanrısal kavrayışlarla, anlık sezişlerle kavranabilir. Gnostikler sadece seçilmiş kişilerin açıklanmış ilahi bilgiye erişmiş olduğuna inanıyorlardı. ‘Gnosis’ akıl ve felsefe yoluyla elde edilebilecek bir ayrıcalık değildi. Gnostik öğretilerine göre sadece ruh iyiydi ve madde ruhu esir almıştı. Kurtuluş ise bu tutsaklıktan sıyrılıp saf ruh dünyasına geçmekle mümkün olabiliyordu. Görüşlerini doğrulamak için Yahudi ve Hıristiyan yazılarından destek aldılar. Gnostikler Hıristiyanlarca sapkın sayılmışlardır. Çünkü İsa’nın % 100 Tanrı %100 insan olduğunu kabul etmezler. Onlar için İsa sadece insandır. İsa’nın bedeni, kanı vardı, yemek yedi, ağladı. O zaman insan olan maddi bedene sahip İsa nasıl olurda Tanrı olabilirdi. İngiliz düşünürü Bertrand Russel, İsa’yı bir insan peygamber sayması açısından İslam peygamberi Muhammet’in de bir Gnostik olduğunu söylemektedir. Gnostikler, felsefi ve gizemsel dinciliklerinin dışında kendi aralarında da tam bir anlayış birliği göstermezler. Örneğin; kimi Gnostikler’e göre çarmıha gerilen İsa’nın hayalidir, kimilerine göre de insan-İsa’dır. Kimilerine göre de İsa vaftiz edildiği sırada Kutsal Ruh insan-İsa’nın vücuduna girmiş ve tam çarmıha gerileceği sırada ondan ayrılmıştır. İsa’nın ‘Tanrım, beni niçin bıraktın’ sözünü de bunu kanıtlamak için kullanırlar.

Markos 15:34 Saat üçte İsa yüksek sesle, “Elohi, Elohi, lema şevaktani” yani, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” diye bağırdı.

Tabi ki kurtuluşumuz için İsa Mesih’in Tanrı olması da insan olması kadar önemlidir. Eğer İsa Tanrı değilse biz kurtulmadık ve eğer insan değilse yine biz kurtulmadık.